İhmal Edilen Bir Tema: Cinsellik
Türk romanında 21. yüzyılda nicelik anlamında büyük bir patlama kaydedildi. Yayımlanan yeni roman sayısındaki artışla birlikte yazarlar, yayınevleri, türler ve temalar da çeşitlendi. Ancak bu büyük artışın cinselliğe hemen hiçbir konuda yansımadığını söyleyebilirim. Tersine, romana katılması her zaman sancılı olan, uzun yıllar boyunca sansürle baskılanan ama buna rağmen edebiyatımızın önemli isimlerinin, özellikle bir dönemin kadın yazarlarının cesur tutumları sayesinde hikâyelere katılan cinsellik tasvirleri son yirmi yıldır ihmal ediliyor. İhmalden ziyade mevcut koşulların -toplumsal muhafazakarlaşmanın- zorunlu bir sonucu olduğunu düşünüyorum; bir tür otosansür.
Romanların Cinsel Özgürlükleri Kısıtlayan, Kuşatan, Bastıran ve Dışlayan Bir Kültür Oluşmasındaki Rolü
Hepimiz bir dile, o dilde kodlanmış zihniyet dünyasına doğarız. Henüz onu değiştirmek gibi radikal fikirler filizlenmeden önce dil bizi biçimlendirir. En çok da edebiyatla, sanatla yapar bunu. Burada edebiyatı dille yapılan sanatları kapsayacak genişlikte kullanıyorum. Yani destanlardan, folklordan, şarkılardan, türkülerden, şiirlerden, hikâyelerden, romanlardan hatta tarih anlatılarından söz ediyorum.
İşte, bu yüzden, doğduğumuz dilin ve kültürün değer yargıları toplumsal cinsiyet rollerindeki değişikliklere direnmek, cinsel rolleri korumak ve onarmak konusunda yüzlerce yıllık bir deneyime sahiptir. Ve bu yüzden işte, içine doğduğumuz için doğallaştırdığımız, sorgulamaksızın içselleştirdiğimiz düşünce kalıplarına sıkı sıkıya sarılmış buluruz kendimizi. Gözümüz farklılıklara kapalıdır. Yaşadığımız an’ın ahlak, etik ve moral değerlerini insanoğlunun tarih sahnesine çıktığı andan başlayarak bütün zamanlara yaymakta, tarihi olguları bugüne göre anlamlandırmakta, tarihi şahsiyetlere geçerliliği bugüne mahsus kimlikler dağıtmakta hiçbir tuhaflık görmeyiz. Oysa ilgi alanımıza giren tarih, tarihin sansürden geçebilen küçük bir bölümüdür. Atalarımızın mahrem tarihleri, cinsel hayatları ve eğilimleri, kısacası cinselliğin tarihi sessizlikle kuşatılmıştır. Kendisini ve eğilimlerini ezeli ve ebedi kılmak, tüm zamanlara yaymak isteyen her kültür, tarihin kendi vaaz ettikleriyle çelişen yanlarını budar. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana her kesimi birleştiren erkek egemen şiddet kültürü geçmiş çağların cinselliğini “sapkın” bulduğu için budamıştır. Budamaya da devam ediyor.
Söz konusu işlemde edebiyatın önemli bir rolü var; mesela tarihi romanların:
Tarihi romanların farklı cinsel eğilimleri doğrudan dışlayıcı hikâyeler anlatıp anlatmadıklarını, homofobik bakış açısını yansıtan insan tiplerine yer verip vermediklerini tartışmıyorum. Onların bütünleştirici işlevleri cinsiyet rollerini sabitleştirmek, dönemin aşk ve cinsellik algısını bütün bir insanlık tarihine yaymak ve böylece normal ve normal dışılığı damgalamak. Üstelik çok basitçe, tarihi anokronikleştirerek yapar bunu. Geçmişi geçmişe sadık kalarak, olgulara dayanarak anlatıyormuş iddiasıyla yola çıkıldığı halde, aslında anlatılan hep bugündür. Tarihin kullanımı dekoratiftir. Geçmişe dair doğruluğu şüpheli popüler ve gündelik bilgiler kullanılarak okuyucunun anlatılanları kolayca kabullenmesi sağlanırken tarihin olguları ayıklanarak yeni bir bellek yaratılır. Özellikle geçmiş gündelik hayata ilişkin bilgilerin zaten eksikli oluşu, gündelik hayata dair yeni bir anlatının yazılmasını kolaylaştırır. Ulusun ortak geçmişini inşa etmektir amaçlanan. Bu ortak geçmiş ise bugünle ilişkilendirilecek, bugünün ahlak ve değer yargıları sanki bu ulusun öz değerleri gibi sunulacaktır.
İster Karaoğlanlara ister Tarkanlara ya da eskinin çeviri tarihi romanlarına, hatta günümüzde yazılan tarihi romanlara bakalım, benzer bir durumla karşılaşırız. İnsanlık tarihinin başlangıcından bu yana aşkın, sevme biçimlerinin ve cinselliğin büyük farklılıklar gösterdiğini biliyoruz. Oysa tarihi romanlardaki kadın ve erkek ilişkileri her zaman günümüze bakarak kurgulanmıştır. Sadece bu bakış açısıyla bile, tarihi romanların biçimsel olarak geçmiş, özsel olarak modern zamanı hedef aldığını, modern toplumsal çizgileri geçmişe çevirerek tarihi modernleştirdiğini söyleyebiliriz. Cinsellik söz konusu olduğunda, belleğin sakladığı şey eşcinsel eğilimlerdir. Pek çok toplumsal/tarihsel mesele gibi Türk edebiyatında eşcinsel eğilimler “yokluğuyla”, adının anılmamasıyla vardır. Ve yine diğer toplumsal/tarihsel meselelerde olduğu gibi, “bu yokluk,” “milliyetçilikle,” Türk milli kimliğinin inşasıyla bağlantılıdır.
Sadece yaşadığımız coğrafyadan söz etmiyorum. 20. yüzyılın ortalarına kadar Batı’da da çok farklı değildi durum; tensel zevklerin yadsınmadığı Antik Çağa ait eserlerde kadına ya da oğlana duyulan aşkın aynı doğallıkla ifade edilmesi Batı’da uzun yıllar boyunca şaşkınlıkla ve suskunlukla karşılanmış, hatta kimi Antik Çağ tarihçisi, hayranlık duyduğu Eski Yunan uygarlığına aşağılık bulduğu bu cinsel hayatı yakıştırmakta güçlük çekmişti. Tam burada bir benzerliğe dikkat çekeceğim. İslamcı ya da milliyetçi muhafazakar Türk yazarlarının Osmanlıya bakışında aynı şaşkınlık ya da suskunluk görülür.
Bir örnekle açıklayayım. Bakın İskender Pala Nedim övgüsünü nasıl ifade ediyor:
“Kadının baştan çıkarıcı cismani güzelliği her ne kadar daha evvelden bazı mecazlar ve tasavvufi alegorilere (nefs) katıştırılmış olsa bile, Nedim’in şiirlerinde artık İstanbul güzellerinin, yosmalarının, köçeklerinin ve mahbûblarının özellikleri açıkça mısraya dökülür. Nedim’in söylediği aşk, Sadabat’da, Küçüksu’da, mesirelerde, şehrin sokak aralarında, helva sohbetlerinde, hamam eğlencelerinde, düğünlerde ve bayramlarda karşılaşılan yaşmaklı, feraceli, şemsiyeli, mendilli güzellere yöneliktir. Şarkılarında bunun geniş tasvirlerini bulmak mümkündür. Bir farkla ki, daha ziyade civanlar, afet; mahbûblar yosma; civelekler ise taze kılığında cinsiyet değiştirmiş olarak arz-ı endam ederler. Çarpık eğilimleri, aykırı düşünceleri ve süfli şehvet ifadeleri bir yana bırakılırsa, onun aşkında bir masumiyet bile bulunabilir. Hiç olmazsa o, hissettiği gibi söylemiş, hislerini gizlemeye yeltenmemiştir. Şair olup da aşık olmayan bulunabilir mi? Eskilerin hepsi aşkı tatmış ve hemen hepsi bunu anlatmış. Kâh şöyle, kâh böyle. Ama Nedim, öncekiler gibi hasret, bekleyiş ve hatırlayışları, bir nimet olarak değil bir sıkıntı olarak görmekle diğerlerinden ayrılır…”
Anlaşılacağı gibi Pala’nın Nedim’i sevmesi için “çarpık eğilimleri, aykırı düşünceleri ve süfli şehvet ifadeleri”ni bir yana bırakması gerekiyor. Oysa, İskender Pala tarafından “bir yana bırakılanlar” Nedim’in yaşadığı yıllarda hiç de çarpıklık ifadesi değildi.
Atalarının bilinçli tercihlerini temize çekmeyi, aslında toplumu biçimlendirmeyi ödev bilen torunlar bahsine az sonra yeniden döneceğiz. Şimdilik Batı’nın hikayesi ile devam edelim yolumuza.
Antik çağın cinsel tercihlerinin sansürlenmesi, modern Batı’nın kendisini bu uygarlığın mirasçısı saymasından kaynaklanıyor. Ne var ki, Batı dünyasının Geç Roma İmparatorluğu’nda kurulup Hristiyanlıkla birlikte işlemeye başlayan bütün baskı ve dışlama mekanizmaları cinsellik etrafında kurgulanmıştı. Bütün bir Orta Çağ boyunca insan bedeni bir ahlaksızlık yuvası, bir günah kaynağı olarak lanetlenmiş, bedenin tüm saygınlığı yok edilmiş, eşcinsellik ve giderek her türden şehvet en büyük günahla özdeşleştirilmişti. Marx Weber’e göre Batı’nın yükselişinin hikayesiydi bu. Eski Yunanla ilişkisi ancak metaforik olabilirdi.
Cinsel tabuların Burjuva devrimleri sırasında eski sistemle birlikte yıkılacağı umut edilebilirdi. Ne var ki, Fransız Devrimi’nin Aydınlanma Çağı libertenlerinin bütün çabalarına rağmen Feodalizme ve Kiliseye karşı zafer çanlarının çaldığı ilk aylarda yarattığı özgürlük ortamı kalıcı olmadı. Bunun en trajik örneği yaşadığı yıllarda ve ölümünden sonraki uzun yıllar boyunca yapıtlarının kabul edilemezliği üzerinde tüm iktidarların erdemli bir biçimde anlaştıkları Marki De Sade’dı. Sonuçta, etkileri günümüze dek gelecek biçimde, Batı’nın erotizmi bir bilgi alanı olarak görme geleneği Aydınlanma Çağı’nda zirvesine tırmanmış, Burjuvazinin üreme tarafından denetlenmeyen her türlü cinselliğe karşı verdiği mücadeleye toplumu aydınlatacağı varsayılan “bilim” de destek çıkmış, “aşırılık”lar yasalar kadar “bilimsel” açıdan da yasaklanmıştı. Aydınlanma düşüncesi, ortaçağa ilişkin bir çok düşünce tarzını yerle bir ediyor, ancak cinsellik, tıp ve ahlak arasındaki şer ittifakına eski rejim kadar sahip çıkıyordu. Bu düşünce, burjuva bireyin modern destanı olan romanlara da yansıdı. 19. yüzyılın baskın edebi formu niteliği kazanan roman sanatında –en azından kanonlaşmış büyük edebiyatta- kadın erkek aşkı kutsanmış, cinselliğin sınırları kalın duvarlarla çevrilmiş, bırakın gay ve lezbiyen ilişkilerini, kadın erkek arasındaki cinselliğin söze dökülmesinde bile aşırılıklardan kaçınılmıştı. Oscar Wilde gibi kaçınmayanların ödediği bedel ise ağır olacaktı. İkiyüzlülüğü sabit Viktoryan ahlak edebiyata da yansımıştı.
O dönemin karakteristiğini çok açık biçimde sergileyen bir alıntı yapmak istiyorum. Alıntı komünizmin ustalarından Engels’ten:
“Bir gün gelecek” demişti Friedrich Engels 1883’te kaleme aldığı “Georg Weerth” makalesinde; “Alman Sosyalistleri Alman filesten önyargılarından ve ikiyüzlü ahlaki çekingenliklerin son izlerinden büsbütün kurtulacaktır, zaten bu ahlakçı tavırlar gizli müstehcenlikleri örtmeye yarıyor. Örneğin, Freiligrath’ın ‘Mektuplar’ını okuyun -insanların cinsel organları olmadığına inanasınız gelir. Ama şiirinde bu kadar aşırı temiz olan Freiligrath kadar kimse hoşlanmaz müstehcen sözlerden.” Engels’in makalesi cinselliğin doğallığına yaptığı şu vurguyla noktalanır: “Hiç değilse Alman işçilerinin her gün ya da her gece yaptıkları şeyden rahat ve serbest bir tavırla konuşmaya alışmalarının zamanı artık gelmiştir. Bunlar doğal, kaçınılmaz, çok da güzel şeylerdir.”
Osmanlıda Aşk Başkadır
Osmanlı toplumu 19. yüzyılda, yukarıda bahsi geçen romanlar aracılığıyla tanışmıştı Batı’nın değer ve düşünce dünyasıyla.
Ahmet Cevdet Paşa, o yıllardaki toplumsal ilişkileri “Maruzat”ında (1856) bakın nasıl özetlemiş:
“Zendostlar (kadın sevenler) çoğaldı, mahbûblar (erkek sevenler) azaldı. Kavm-i Lut sanki yere battı. İstanbul’da öteden beri delikanlılara ma’ruf ve mütad olan aşk-u alaka, hali tabisi üzerine kızlara müntakil oldu (…) Kubera (kibarlar) içinde gulamparelikle (oğlancılıkla) meşhur olan Kamil ve Ali Paşalar ile onlara mensup olanlar kalmadı. Ali Paşa da ecanibin (yabancıların) itirazatından ihtiraz (çekinme) ile gulampareliğini ihfaya (gizlemeye) çalışır idi.”
Anlaşılacağı gibi, zendostların yani kadın sevenlerin sayıca artışının tarihi önem arzettiği o yıllarda, Avrupa romanında işlenen aşk ve cinsellik biçimleri Osmanlı toplumunda yeni yeni filizlenmeye başlıyordu. Avrupa’daki örnekleri taklit eden Tanzimat romancısı karşı cinse dönük bu yeni tarz aşkı ve çekirdek aile modelini modernliğin biricik ifadesi sayacak ancak roman kahramanlarına gönlünce bir cinsellik yaşama izni vermeyecektir. Neredeyse her roman “aşırılık”ları cezalandıran ölümlerle sonlanır; duygu ve düşünce dünyasını kısıtlayan geleneksel bağlar henüz kopmamıştır. Sonuç olarak, 1872 tarihinde Basiret gazetesinde tefrika edilen ve ilk Osmanlı-Türk romanı sayılan Şemseddin Sami’nin “Taaşşuk-ı Talat” ve “Fitnat”ı, romantik bir aşkın Osmanlı toplumuna uyarlanmış haliydi. “Taaşşuk-ı Talat” ve “Fitnat”, “emr-i izdivaç ve ahlaka dair” ibretlik bir hikâye olarak ilan edilirken, aynı zamanda eğitici/öğretici nitelikli bir roman geleneğini de başlatacaktı.
Ahlaka dair ibretlik hikâyelerin ahlaklı olmayan yanları ise yıllar sonra ahlak bekçiliğine soyunan kültür ve uçkur bekçileri tarafından düzeltilecekti ki milliyetçi, muhafazakar ve İslamcı kesimin sentezlediği tarih ve edebiyat fakültelerinde bu türden akademisyenler çoğunluğu teşkil ediyordu.
Konuyu biraz daha açayım: Osmanlı romanının ilk femme fatal’i, Namık Kemal’in “İntibah”ındaki Mahpeyker’dir. Hikâyede yerden yere vurduğu bu kadını, bir kaç sayfa ilerde “Seviyorum sözcüğü ağzından her çıktıkça dudakları namus kadar güzel, cinsellik kadar tatlı bir renk bağlardı” sözleriyle dayanılmaz bir çekiciliğe büründürür Namık Kemal. Ali Bey’le yozlaşmanın simgesi Mahpeyker’in ilk seviştikleri geceyi de şiirsel cümlelerle, adım adım, sindire sindire anlatmaktan kendisini alamaz. Ne var ki milliyetçi islamcı kesimin yetiştirdiği en önemli eleştirmenlerinden Prof. Dr. Mehmet Kaplan, bu anlatımı Ali Bey’le Mahpeyker’in ilk sevişmesinin Namık Kemal’in kişisel bir tecrübesinden esinlendiğini söyleyerek açıklayacak; kitabın bu bölümündeki coşkunun bu kişisel tecrübenin anısından kaynaklandığını ve yazarına bir süre için öğretici ve yargılatıcı tonu unutturduğunu söyleyecektir. Kaplan, romana düştüğü bu şerhle muhafazakarlığın namusunu kurtarmıştır.
Osmanlı toplumunda özgürlük düşüncesini içselleştiren II. Meşrutiyet’tir. Aşağıda sıraladığım roman isimleri bile II. Meşrutiyet’in getirdiği özgürlük ortamının Osmanlı toplumunda en çok cinsel özgürlük biçiminde kavrandığını kanıtlamaya yeter. Mehmet Rauf’un “Bir Zambağın Hikâyesi” (1910) ve “Kaymak Tabağı”, Ebü’l Burhan’ın “Bir Çapkının Hikâyesi” (1910), T.P.Z.’nin “Muhabbet Odası” (1912), M.S.’nin “Zifaf Gecesi Harem Ağasının Muaşakası” (1913), A. Hasan’ın “Bir Bakirenin Gebeliği” (1914), Ahmet Naci’nin “Bir Aşüftenin Jurnali” (1914), G.R.’nin “Beyoğlu Alemi” (1914), Adil Nami’nin “Balodan Sonra” (1914), M. Alişan’ın “Kadınların Aradığı” (1914) gibi romanlarda yazarlar toplumun eskiyle olan bağlarını sarsmak için -bilinçli olarak- her türden cinsel ilişkiyi en cüretkar ifadelerle dile getirerek toplumun yerleşik değerlerine saldırmışlar ve edebiyatımızın ilk “underground” hareketini yaratmışlardı.
Fransız Devrimi’nin Sade’ı varsa II. Meşrutiyet’in de Mehmet Rauf’u vardı. Sade ve Oscar Wilde metinlerinden adapte ederek yazdığı romanlarında –kendi ifadesiyle- cinsel ihtiyacın beşeri bir açlık olarak “meşruiyetini” ve “muhakkaklığını” savunmuştu.
Ahmed Naci ve Mehmet Rauf “Bir Aşiftenin Jurnali” ile “Bir Zambağın Hikâyesi” adlı eserlerinde serbest evliliği savunan kahramanlarının ilişkilerini konu alırlar. Ahmet Naci; “Şehvetin, sevişme açlığının önüne hiçbir kanuni müeyyide, ahlaki kurallar geçemez” temel fikrinden hareketle, roman kişilerinin beraberliklerini cinsel dürtü ile izah eder. Mehmet Rauf romanının sunuş bölümünde, cinsel ihtiyacın beşeri bir açlık olduğunu, bunun hiçbir ahlak kuralı ile sınırlanamayacağını söyledikten sonra, bu husustaki fikirlerini şöyle sürdürür: “Müsadenizle bu ihtiyacı o kadar meşru, o kadar muhakkak ve mütehahim buluyorum ki, bunun önünde başka hiçbir kuvvet tahakküm edemez. Evet, ahlak ve adap denilen ve yalnız herkese karşı istismal edilip tahakküm edilmek için icad edilmiş olduğundan şüphe olmayan uydurma düzme bütün şeyler bu ihtiyac-ı kati beşeriyetin huzurunda yalnız ser-füruya mecburdurlar.”
Görüldüğü gibi aslında bu yazarların yapmak istediği toplumun namus, ahlak, aşk, evlilik hakkındaki değer yargılarının göreceliliğidir. Toplumun eskiyle olan bağlarını sarsmak için toplumun yerleşik değerlerine saldırmışlardır.
Mehmet Rauf ve arkadaşları batan “Kavm-i Lut”a yeniden hayat vermişlerdi. Ancak Fransa’da olduğu gibi İstanbul’da da uzun sürmeyecekti özgürlük günleri. Osmanlıyı kurtarmak için ahlaka ve dine sarılmayı vaaz eden -içlerinde Mehmet Akif’in de yer aldığı- bir kesim Mehmet Rauf ve arkadaşlarının yazdıklarını “edebiyat dışı”, “edebiyatı satan” romanlar olarak teşhir ve neredeyse ihbar ettiler. Sade ve Wilde gibi Mehmet Rauf da mahkeme önüne çıkarılacak, hapis cezasına çarptırılmamakla birlikte ordudan atılarak cezalandırılacaktı.
Onların karşılaştıkları saldırılar kendi dönemleriyle sınırlı kalmadı. Dışlayıcı ifadeler Edebiyat fakültelerinde II. Meşrutiyet’in erotik edebiyatına ilişkin değerlendirmelerde de kendisini göstermiştir. Sözünü ettiğim yazarlar ve eserleri o dönemi araştıran akademisyenler tarafından şu tarz ifadelerle dışlanırlar: “Cinsel ilişkileri kaba bir sekilde tasvir eden bu tür eserlerin okuyucuları da bellidir. Sapık ilişkileri ve namus, ahlak konusundaki aşırı fikirleri konu alan bu eserler cinsi duyguların tamamiyle beşeri bir ihtiyaç olduğu, bu ihtiyacın hiçbir ahlak yasağıyla sınırlandırılamayacağı tezi üzerine kurulmuştur. (…) Ahmed Naci ve Mehmet Rauf, ‘Bir Aşiftenin Jurnali’ ile ‘Bir Zambağın Hikâyesi’ adlı eserlerinde serbest evliliği savunan kahramanlarının sapık ilişkilerini konu alırlar. (…) Ahlaksızlığın, fuhuşun boyutları kimi romanlarda en uç sınıra kadar ulaşır. Aynı erkekle ilişki içinde olan ana-kızdan (‘Ahir Zaman’, ‘Hadiye Boşandıktan Sonra’) seviciliğe (‘Ahir Zaman’, ‘Hırsız Feneri’ ve zeylleri, ‘Leman’, ‘Odalığın Defteri’, ‘Belki Ben Aldanıyorum’); gulamperestliğe (‘Güzellere’, ‘Kuş Dilinde’), mazohizme (‘Ölmeyen’) aşıkıyla anlaşıp kocasını zehirleyenlere (‘Yakıcı Kadın’, ‘Pakize’, ‘Hırsız Feneri’ ve zeylleri), birbirinden haberli eş değiştirmeye, üvey oğullarına ilgi duyanlara (‘Menfi’, ‘Kadınlar Komitesi’), kocalarının bilgileri dahilinde kadınların geceleri evlerine yabancı erkek almalarına kadar (‘Şıpsevdi’), her türlü ahlaksız ve sapık ilişkiler dikkatlere sunulur.”
Romanlar hakkında bilgilendirmede bulunurken araya girerek kendi kanaatlerini bildiren ve onları sapıklıkla suçlayan dış ses elbette tarafsızlığa özen göstermesi gereken bir akademisyenin değil bir kültür bekçisinin sesidir. Sonuçta adı geçen bu romanlar yeni harflerle yayımlanmaz. Muhafazakar edebiyatın roman kanonu edepli ürünlerle sınırlıdır. Ama burada bir çelişkiyle karşılaşmıyor muyuz? Kendisini geleneği korumak ve kollamakla yükümlü sayan muhafazakar düşüncenin bu yaklaşımı, geleneğin bir parçası olan tarihsel ve toplumsal ahlak anlayışlarını ve cinsel tutumları belleklerden silmek anlamına gelmiyor mu? Ya da muhafazakar ekolün tarihçileri tutkuyla bağlı olduklarını iddia ettikleri mesleklerine ihanet etmiyorlar mı? Nedim’in ya da II. Meşrutiyet döneminin erotik edebiyatını yaratan yazarların eserleri cinsel ve toplumsal gelenekleri yansıtarak törellik içermiyor mu? Bütün sorulara “Evet” yanıtı verdiğimizde Türk muhafazakar düşüncesinin sırrına vakıf olacağız. Bizim muhafazakarlığımız modern muhafazakarlıktır. Ya da muhafazakarca moderndir ve bu nedenle Cumhuriyet modernleşmesiyle muhafazakarlığın cinselliğe bakışı örtüşecektir.
Görev Olarak Cinsellik
Seçme, ayırma ve dışlama mekanizmaları her kurucu süreçte kullanılmıştır. Eskiyle arasına sınır çekerken “yozlaşma”ya vurgu yapan Cumhuriyet, yozlaşmanın simgesi olarak İstanbul’u işaret edip bir hayat tarzını dışarda bırakırken Anadolu’da Batı Medeni Hukuku‘na dayalı yeni bir ahlakın, yeni bir hayat tarzının temellerini atıyordu. Aynı dönemde tarih de yeniden tanzim edilmiş, icad edilen yeni kimlik tüm zamanlara yayılmış, Türklerin kökenine yapılan Orta Asya yolculuklarında tam da Cumhuriyetin vaaz ettiği ahlakın, kadın tiplerinin ve aile modelinin izleri “keşfedilmiştir”.
Bu ideolojinin topluma yayılması ve benimsetilmesi görevi, kitle iletişim araçlarının çok cılız kaldığı o yıllarda elbette yine roman sanatına düşecekti. İlk dönem romanlarında eşcinsel aşklara –tabii ki aşk değil, sapık ilişkilere- yer veren roman sayısı pek azdır. Yer verilenler sadece yozlaşmış eşcinsel kadınlardır. Selahattin Enis’in “Zaniyeler”, Esendal’ın “Miras”, Yakup Kadri’nin “Hüküm Gecesi” romanlarında karşılaştığımız bu türden kadınlar Osmanlı’nın son dönemlerindeki yozlaşmanın simgeleridir.
Peki kadın üzerinden tarif edilen meşru cinsellik nasıl tasavvur edilmiş, nasıl bir kadın tipi örneklenmişti? Dönemin popüler aşk romanlarında canlanan “Cumhuriyet kadını, fikri mücadelelere, edebiyat hareketlerine, spora ve aynı zamanda ev kadınlığına, anneliğe ve zevceliğe merbut, mükemmel kadındı”; yani tam bir görev kadınıydı o! Meşru cinselliğin dışındaki her tür cinsel etkinlik, cinsel heyecan, hatta cinselliğin her türden dillendirilişi ise bir kez daha yasak bölgeye itilmişti. Doğrusu şaşılacak bir şey yok; Platon’dan beri her türden toplum mühendisliğinin amacı normlar ve normaller yaratmak, zevk ve coşkuyu yadsımak, yalnızca üremeye yönelik cinselliğe izin vererek her türlü tutkuyu ortadan kaldırmak olmuştur. Öyleyse, politik açıdan cinsel özgürlük hiçbir zaman masum kabul edilmeyecektir. Çünkü hayatın bir tek karesini renklendiren bir özgürlük an’ı bile başka alanlardaki özgürlükçü düşünceleri tetikleme, sınıflar ve cinsler arasındaki ayrımcılığa dayanan toplum tasarımlarının meşruiyetini sorgulatma tehdidir.
Tıpkı Foucault’un tanımladığı gibi; “İktidar ‘şey’leri tanımlayan, arzunun ne olduğunu öğreten, bilgiyi biçimlendiren ve söylemi üretendir. Kısaca, zevki, bedeni, hayatı, anlamı tanımlayandır. İktidarı devletin egemenliği ve yasaların gücü çerçevesinde, yani baskının örgütlenmesi olarak tanımlamaktan kurtulmazsak devletin altında ve ötesinde, beden, cinsellik, aile, akrabalık, bilgi ve teknoloji olarak işleyen iktidarı çözümleyemeyiz (…) İktidarın mekanizmasından bahsetmek, bireylere uzanan ve onların eylemlerini, davranışlarını, söylemlerini, öğrenme biçimlerini ve gündelik yaşamlarını belirleyen kılcal damarlardan bahsetmek demektir (…) İktidar, bedenlere yatırım yapar; sağlık, spor, kas geliştirme, çıplaklık, beden güzelliğinin tanımlanıp yüceltilmesi, vb. İktidarın bedenler üzerinde kurulması, l8. yüzyıldan bu yana okullarda, hastanelerde, kışlalarda, fabrikalarda, kentlerde, ailede… geliştirilen disiplin teknikleri ile mümkün hale gelmiştir.”
Cumhuriyetin talipkar kadroları olan ve ekmeğini devlet kapısından kazanan ilk Cumhuriyet yazarları elbette ideolojik bir çatışmaya girmeyeceklerdi. Tersine az önce sözünü ettiğim gibi yeni iktidarın ideolojisini özellikle kadın-erkek ilişkisine, zevke, bedene bakışını romanlarla toplumun kılcal damarlarına kadar yaydılar. Devletin hayatın bütün alanlarına nüfuz edebildiği ve cinselliği kamusal alandan dışladığı yıllarda yazılan romanlar büyük meselelere açılan kapılardı ve bu meseleler arasında cinsellik yer alamazdı. Böylece “ucuz” edebiyatın alanına itildi cinsellik. Bu tarz romanlarda erkeklerin sokak kadınlarıyla, “yosmalarla”, ahlaksız kadınlarla yaşadıkları “ibret” verici erotik maceraların yanısıra biseksüel ya da eşcinsel kadınlar da sözde ahlakçı bir tavırla, yargılayıcı, aşağılayıcı ifadelerle, ama işin aslında erkek fantezilerini kışkırtmayı amaçlayan çok canlı sahnelerle işlenmiştir. Ancak erkek eşcinselliği söz konusu bile edilmez.
İşte bu nedenle sadece tek tek romanlardan yansıyan homofobik zihniyet biçimlerini değil, cinsel özgürlükleri denetleyen çok daha geniş bir mekanizmayı konuşmak zorundayız. Cumhuriyet döneminde yayımlanan onbini aşkın romanda eşcinsel ilişkiye yer verenlerin sayısının bir kaç yüz ile ifade edilmesi, bu mekanizmanın, içselleştirilmiş sansürün, yukarıda da belirttiğim gibi eşcinselliğin Türk edebiyatında yokluğuyla var olduğunun göstergesidir. Aslında Türk romanında pek çok konu yazılmamışlığı, böylelikle dışlanmışlığıyla hep oradadır. Öyleyse farklı cinsel eğilimlere yönelik kısıtlama ve baskılara karşı çıkarak sadece ötekinin cinselliğini özgürce ifade etme hakkını savunmuyor, aynı zamanda kendi cinsel özgürlüğümüz için de mücadele ediyoruz demektir.
Cumhuriyet toplumu –dışarıdan bakıldığında- geç dönem Viktoryan toplumudur. Dünyaya, cinselliğe gem vuran, temiz ve saf olmayan her düşünce ve davranıştan kaçınan, çalışkan ve dinine bağlı kadın ve erkeklerden oluşan bir toplumun vizyonunu sunmuştu. Bu, o dönemin insanlarının da her şeyden fazla önemsediği ve devamlılığı için çaba harcadığı bir tabloydu. Cilası biraz kazındığı zaman, inanılmaz bir kokuşmuşluğa tanık oluyoruz. Ama bozulmaya yüz tutmuş olanlar kimlerdi? Bunun yanıtı, sandığımızdan çok daha fazla sayıda insanmış gibi görünmekteydi. Topluma ahlak vaazları veren siyasetçiler, bakanlar, milletvekilleri, zenginler, saygın aile reisleri, dini bütün esnaf ve lümpen proletarya… Herkes gizliden gizliye de olsa, toplumun onları kaçınmaları gerektiği konusunda eğittiği şeylerin peşindeydiler.
Biraz daha kazıyalım bu cilayı. Osmanlıdan günümüze bu coğrafyanın her yeri çocuk yaşta ya da yetişkin fahişelerle kaynıyordu. Toplumun her tabakası eşcinsellerle doluydu ve her kesimde eşcinsel ilişki bir sır olarak sürdürülüyor olsa bile, fiilen yaygın olarak vardı.
Romanlar bunu edebiyata yansıtmadı. Tersine, güçlü erkek ve iffetli kadın imgesini cinsellikten uzak bir aşkın içinde canlandırarak toplumsal gerçeğin uzağında yeni bir dünya kurdular. Özellikle erkek imgesinin yansıması dikkat çekicidir. Toplumsal bir kurgu olan erkekliğin -bu kurgunun bulanıklaştığı, bunalıma girdiği, imkansızlığının anlaşıldığı anlarda- kurgusal metinlere, yani romanlara yansıması karmaşık bir süreçtir. Gerçeklikte geleneksel rolünü artık oynayamamanın yarattığı rahatsızlık, mevcut “gerçeklikten daha fazla gerçek olan” bir erkek fantazyası yaratmakla sonuçlanacaktır. Bu türden kurgusal metinler “Yoğunlaşmanın, yer değiştirmenin, pek çok figürün tek bir figürde birleştiği bileşik temsilcilerin olduğu; ters çevirme, karşıtına dönüştürme, ekonomi ve sansür mantığının işlediği metinler olarak okunmalıdır.” Ve bu türden metinler için duygulu, kırılgan, pasif, cinsel arzuları belirsiz ama hepsinden önemlisi yetim kalmış şaşkın erkeklerin trajik hikayeleri ile açılan Osmanlı-Türk romanı çarpıcı bir örnektir.
Cinsel Yasaklar Delinirken
Yıllar ilerledikçe aydınlarla siyasal iktidarlar arasındaki ilişkiler bozulmuş, özellikle sol muhalefetin sesi romanlarda yükselmiş, kadın ve erkek arasındaki cinsellik -aralarında Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir gibi ustaların da bulunduğu- pek çok yazar tarafından hayatın bir parçası olarak yerli yerinde canlandırılmış, hatta kimi romanda cinsellik toplumsal değerlerin sorgulanma aracı da kılınmıştır. Ne var ki, bu kısa yazıda genel karakteristiğine vurgu yapmak zorundayız; cinselliğin yasaklı alanları Türk romanında da yasaklı kalmıştır. Egemen ideolojiden radikal bir kopuş yoktur. Marx ve Engels’in siyasi ve teorik metinlerini tartışmasız kabullenen sosyalist hareket bile ne yazık ki onların cinsel özgürlükler hakkında söylediklerini görmezden gelmiştir. Oysa diğer bütün dışlanmış kesimler gibi cinsel tercihleri nedeniyle dışlanmışlar da sadece toplumsal muhalefet açısından bakıldığında bile büyük ve yıkıcı bir potansiyele sahiptir.
Buna karşılık, klasik edebiyatın içli aşklarının yerine aşkın bütün klişelerden, kutsallıktan sıyrılmış çıplak hallerini, kadınların iç dünyasının derinliklerini, özgürlükleri sınırlayan zihniyet kafeslerini, cinsine/cinsiyetine/cinselliğine yabancılaşma hallerini ve boyun eğmeyip yürümekte ısrarlı insanların düşünce dünyasını yansıtan -başta Leyla Erbil, Sevgi Soysal, Tomris Uyar, Adalet Ağaoğlu, Pınar Kür, Füruzan olmak üzere- kadın yazarlarımıza ayrı bir yer açmak gerekir.
Eşcinsel aşkın Eski Yunan metinleri ya da II. Meşrutiyet romanlarındakine benzer bir doğallıkla ifade edilmesi ise 80’lerden sonra Attila İlhan’ın “Fena Halde Leman”ı (80) ile başlar. 2000’lere gelinceye kadar az ama istikrarlı biçimde işlenen bu türden aşklarda ağırlık yine kadınlar arası ilişkilerdedir. 2000’lerden sonra eşcinsellik temalı anlatıların giderek daha sık işlendiğini söylemek mümkün. Ancak unutmamakta yarar var; ele aldıkları insan tiplerine cinsel özgürlüklerini veren romanlarda artış kaydedilen bu süreç içerisinde cinselliğin her çeşidinin toplumsal hayatta, edebiyatta ve sinemada önemli bir yer kapladığını, cinselliğin bir başka türlü kuşatılmışlık içinde ehlileştirildiğini bildiğimiz için 80’lerden sonra roman alanında kaydedilen gelişmelerin radikalliğinden söz edemeyiz. Eşcinselliğe bakışı ahlaki şizofreni olarak beliren bir kültürde cinsel kimliklerini gizlemek zorunda kalıp aile baskısıyla evlenen, kimliğini karısının “suç ortaklığı” sayesinde gizleyebilenleri, erkek hatta maço rolü üstlenip evlenen, çoluk çocuk sahibi olan, “ibne” diyerek aşağıladıklarıyla “aktif” ilişkileri erkekliklerinin kanıtı sayan “normal”leri, bütün bunların farkında olsalar bile susmayı seçen ya da bu özel ve gizli düzene rıza gösteren diğerleri de katılmalı hikâyelere.
Cılız da olsa, bazı sıkıntılar barındırsa da bu türden konulara el atan ve bizde de yeraltı adıyla anılmaya başlayan romanları önemsiyorum. Eğer bir yeraltı varsa tam da orayı mesken tutmuş olanların, tinerci çocukların, evsizlerin, travestilerin, transseksüellerin ya da bedenlerini satarak geçinen kadınların hayatları veya kutsallığını mahremiyetinden alan evlilik kurumunun ancak 3. sayfa haberi olduğunda kamusallaşan kirli çamaşırları, yani ulus devletle birlikte tesis edilip tüm zamanlara yayılmaya çalışılan iki yüzlü heteroseksüel ahlakımız, sadece yeraltının değil isyanı barındıran her türden edebiyatın merkezine oturmalıdır. Öyle anlar ve toplumlar vardır ki erotikanın edebiyatı, aynı zamanda başkaldırının ve isyanın da edebiyatıdır…
“Heteroseksüel Muhafazakar Sunni Türk” Zihniyeti
Buraya kadarki genellemelerimizi romanımızın kanonlaşmış, bir başka deyişle “yüksek” örnekleri üzerinden yaptık. Oysa, aynı süreç içerisinde milliyetçi, ulusalcı, muhafazakar cepheden yazılan romanlar da önemli bir yekun tutuyor. Ancak bu romanlarda dile getirilen aşk ve cinsellik anlayışı egemen ideolojinin -RTÜK zihniyetinin- birebir yansıması olmaktan öteye geçemiyor.
Söz konusu zihniyet, her baskı döneminde daha bir iştahla fışkıran -hangi eserin, hangi filmin, hangi giysinin ahlaka uygun olduğunu belirleyen- yasakçı zihniyet 2000’li yıllarda da işbaşındaydı. Sansüre karşı fikir üretmek gerçekten zor. İnsanı mesele edinen roman sanatında her türden cinsel konunun işlenebileceğinden, cinselliğin ete indirgenmesini, kaba bir pornografiye dönüşmesini önleyecek yegane mekanizmanın edebiyat olmasından, “ailecek okunabilir kitap” diye bir kategorinin konulamayacağından, müstehcenliğin tanımının kişiden kişiye, coğrafyadan coğrafyaya değişeceğinden ve tam da bu nedenle tanımının yapılamayacağından yola çıkabilir, akılcı argümanlar üretilebilir. Ya da cinsellik sahneleri barındıran metinlere çirkin, kaba, irkiltici tarzında değerlendirmeler yapma hakkının meşru olduğu ancak bunun edebiyat eleştirisi düzeyinden öteye gitmeyeceği de söylenebilir. Ne var ki yasakçı zihniyetlere karşı kendimizi edebiyat içinde kalarak savunamayız. Tıpkı işçi, memur, öğrenci haklarına getirilen kısıtlamalar gibi, cinsel içerikli edebiyata getirilen kısıtlama da siyasidir. Kısıtlanmak istenen özgürlüklerimizdir. İlk ortaya çıkışında hasmını komünizm olarak belirleyen siyasi İslam bugün iktidar kavgasını sadece işçi ve emekçilere karşı değil kadın bedenine ve cinsel özgürlüklere karşı da veriyor.
“Heteroseksüel muhafazakar sunni Türk” kimliğinin cinsellikle ilişkisi aynı Viktoryan ahlaktan türemedir. İki yüzlüdür. Öyle ki eşcinselleri sapkın bulanlar cinsel tacizi hoş görebiliyor, cinsel eğilimleri suç delili olarak gösterebiliyor ve cinsel tacizcileri hüküm giymekten kurtaracak yasalar sunabiliyorlar. Baktığı/okuduğu/duyduğu her şeyden, bir kız çocuğunun saçının bir perçeminden tahrik olanların müstehcenlikten en çok şikayetçi olmaları, zihniyetlerinin müstehcenliğindendir. Sorun bu zihniyetin karşıtlarında bir savunma mekanizması -otosansür- yaratarak edebiyatın geneline yayılmasında. Araya “parça” koymaktan söz etmiyorum ama insanın “doğal, kaçınılmaz, çok da güzel” bir yanının romanlarda ihmal edilmemesi gerektiğini savunuyorum.
A. Ömer Türkeş