Anlatsam Sesimi Duyar Mısınız Mısra(ara)larımda?
“Benim bu dünyaya geçmiyor nazım,/Felekten kalmadı gayrı niyazım,/Halimi sen anla hey iki gözüm,/ Derdimi diyecek dil bulamadım.” diyor Karacoğlan, Neşet Ertaş sevgiliye, “Şu garip halimden bilen işveli nazlı,/Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen?” diye seslenirken, kahramanına “İnsan anlatmak istiyor albayım, öyle budalaca bir özleme kapılıyor” dedirten Oğuz Atay, günlüğüne, “[Bu defter] ‘Kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu,’ dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. Kimse dinlemiyorsa beni – ya da istediğim gibi dinlemiyorsa – günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız” cümlelerini yazıyor. Gördüğünüz gibi hep bir anlatma ve anlaşılma çabası. Hadi bu insanlar sanatçı, derin duyguların, karmaşık düşüncelerin, sezgilerin insanları, anlaşılmaları zor diyelim, ama en sıradan şarkı sözlerine bakın, sokaktaki insanın derdi de aynı. “Vallah diye diye sana dilimde tüy bitti,/ Vallah dedim sana, başka aşk yok bitti”, “Anla beni ne olur”, “Yeter ki anla beni”, “Beni hiç anlamadın ya, ben ona yanıyorum”, Nedir bu anlatma, anlaşılma isteği? Bu arada “Seni bulmaktan önce aramak isterim,/Seni sevmekten önce anlamak isterim” diyen Özdemir Asaf gibi anlama çabasından söz eden yok dikkat ederseniz, herkes anlatmayı ve anlaşılmayı bekliyor.
Bu isteği doğuran nedenlerden biri aidiyet ihtiyacı olmalı. Bizim gibi düşünen, benzer duyguları yaşayan insanlarla temas kurma, yalnız olmadığımızı hissetme gereksinimi. İnsan kendi dışına çıkan, düşünen değil, aynı zamanda düşündüğünün de farkında olan bir canlı. Hikâyemizi anlatmak, kendimize dışarıdan bakmak, kendi anlattıklarınızda kendimizle yüzleşmek demek. Ben kimim, neyim, ne yapıyorum, yeryüzündeki konumum nedir? Kierkegaard’ın dediği gibi bu farkındalığı değişim yönünde bir çaba izler. Öyleyse, hikâyemizi anlatmak başlı başına bir hedef değil, olay kendimizi değiştirmek, İngilizcede “story” ile bir oluşlar, değişimler kaydı olan “history” sözcüklerinin bu kadar yakın olması tesadüf mü? Geçmişimizi daha yakından tanıyıp tecrübelerimizle olgunlaşmak aslolan. Burada epifani terimine değinmekte yarar var. Epifani yaşarken farkında olmadığımız fakat sonradan dönüp bakınca hayatımızda dönüm noktası olabilecek kadar ağırlık taşıyan tecrübelere deniyor. James Joyce’un Dublinliler adlı kitabında böyle anlardan pek çok bulunur. Örneğin “Araby” adlı hikâyede küçük bir oğlan uzaktan aşık olduğu kıza hediye almak için şehirdeki Şark pazarına gider, fakat oraya vardığında dükkânların nerdeyse tamamını kapalı, ışıkları sönük ve pazarı tenha bulur. Açık bir dükkânda gördüğü tezgahtar kız iki delikanlıyla flörtleşmektedir. Hem bu tensellik kokan aşk oyunu hem gördüğü ilgisizlik oğlanın aşk konusundaki romantik hayallerini yıkar, bu onun yetişkinliğe ilk adımıdır. Çocuk (belki Joyce) bunun farkında değildir ama sonradan anlatırken hikâyenin akışı ona bu bilinci kazandırır.
Anlatmak için bir diğer neden: Hayat kaotik, çoğun neyin, ne zaman, nasıl sonuçlanacağını bilmeyiz. Hikâye anlatmak kendimizi şartlarını kontrol edebildiğimiz, başı, ortası, sonu, kuralları belli bir dünya içinde konumlandırmak anlamına gelir. Dünyayı daha güvenli bir yer olarak algılamamızı sağlar. Oktay Rifat’la birlikte “Güzel günlerin sokakları bunlar” diye düşünürüz, “Güzel günlerin insanları bunlar,/Yoksa ne durulur ne yürünür.” Modern dünyada, çekirdek ailelerle, mahalle kültürünün kaybolmasıyla, maddi açıdan kimsenin kimseye eyvallahının kalmamasıyla birlikte dertleşme, sohbet etme kültürü de kayboldu. Güvensizlik, umutsuzluk, yalnızlık, gelecek kaygısı gibi nedenlerle son dönemde psikolojik yardım alanların sayısındaki artış başka nasıl açıklanabilir? Geçenlerde okudum, şimdi bir de sarılma odaları çıkmış, şefkat yoksunluğu çeken insanlara saati 20 Euro’dan sarılarak şefkat hizmeti sunuyorlarmış. Bu insanların içlerini dökebilecekleri, onları anlayan bir sırdaşları olsa gerek kalmazdı böyle kurumlara. Hristiyanlıktaki günah çıkarmanın temelinde de bu yatmaz mı? Anlat ve rahatla. “Midas’ın Kulakları” hikâyesini hatırlayın, karısı Midas’ın sırrını kimseye diyemediği için kuyuya söyler de ancak huzur bulur. İnsan ruhunun tek başına taşıyamayacağı şeyler vardır çünkü. öyle demişim yıllar önce, Gökçeada’daki boşaltılmış bir köyden söz ederken dediğim gibi: “Dağlarımdan keklikler havalandı bu yüzden,/Yolun ortasında durup havayı kokladı bir kır tavşanı/Taa uzakta, denizin üstünde bir duman asılıydı./Yalnızdım, bir mucizeyi tek başıma taşıyabilecek/Güçte değildim daha. Adı geçen Rum/Köyüne koştum sonra, kapıları tekmeledim,/Bağırdım, çağırdım, bir köpek gibi dayadım/Burnumu eşyalara, insan olan birşeylerin/Desteğini aradım.” Özellikle sıradışı bir şey gördüğümüzde hemen onu birilerine göstermek, anlatmak isteriz. Bunun altında biraz da gördüklerimizin gerçek olduğunun doğrulanması arzusu yatar. Ama bu her zaman kolay olmaz. Nabokov’un Pale Fire (Solgun Ateş) adlı romanında kahraman ataklar halinde kısa süreli bir ölüm tecrübesi yaşar. Her defasında bir “fountain” (fıskiye) görür, bunun öteki dünyanın bir gerçekliği olduğundan emin olmak için kendisi gibi başkaları da var mı diye merak eder. Bir gün gazetede bir kadının, yine, geçici bir kalp durması esnasında aynı şeyi gördüğünü öğrenir. Kadın Amerika’nın öteki ucunda yaşamaktadır ama adamın doğrulanma ihtiyacı öyle büyüktür ki bütün bir mesafeyi arabasıyla kat eder. Yanına varıp sorduğunda kadın, “Ah der, bir yazım hatası olmuş gazetede, ben ‘fountain’ değil bir ‘mountain’ (dağ) gördüm.” Evet, kolay değil. Nihayetinde dil aracılığıyla iletişim kuruyoruz ve dilimiz döndüğünce, dilin çarkına Tanrı’nın çomak soktuğu Babil Kulesi projesinden bu yana? Bir şiirimde benim de yazdığım gibi: “Bu kibir –ki yedi ölümcül günahın/en büyüğüydü ıristiyanlıkta,/dinimizdeyse şirk koşmak denir-/evet, bu kibir abidesinden/rahatsız olan Tanrı öyle istedi/ve ameleler anlaşamaz olduklarını gördüler/bir sabah işbaşı yaptıklarında:/Biri kerpiç diyorsa, piç/anlıyordu onu öbürü,/Saman kat! zemin kat oluyordu/kulaktan kulağa.”
Ama durun, baştan alalım: Dilin ilk ortaya çıktığı dönemlerde kelimelerin gösterdikleri varlıklarla bire bir örtüştüğü bir altın çağ hayal edilir. Tıpkı bir Borges hikâyesindeki tüm coğrafi ve kültürel mekanları gerçeklikle çakışan ve ülke topraklarının tamamını kaplayan harita gibi. Gösterenin gösterdiği şeyden ayrıştırılamadığı bir dil. Sonraları nasıl olmuşsa, Lacan’ın sembolik evre dediği şey gerçekleşmiş. Tüm insanlığı bir tek insan gibi düşünürsek, çocuğun kendini dil aracılığıyla tanımladığı bir aşamadan söz ediyoruz. Sözcüklerin Platon’un idea kuramında olduğu gibi gerçekliğin kendisi değil birer yansıması, hatta yansımanın yansıması oluşundan. Aydınlanma Çağı da denilen 18nci yüzyılda yapılan keşiflerle Evrenin sırları açıklanır olunca, insan aklına duyulan güven artmış, kelimelerin üzerindeki pusun silindiği, dilin dış gerçekliği nesnel bir şekilde yansıtabileceği, insan zihninin dil üzerinde böyle bir hakimiyet kurma gücüne sahip olduğu düşünülmeye başlanmış. Öyle ki bütün bilginin dil aracılığıyla bir kitapta toplanabileceği düşüncesinden hareketle Denis Diderot ilk ansiklopediyi yayınlamış, her kelimenin tüm olası anlamlarını içermesi amaçlanan bir sözlük hazırlama girişimi olmuş. İnsan aklına ve onun ürünü olan dilin mimetik gücüne, yani gerçekliği yansıtabilme kapasitesine güven 19uncu yüzyılda yaşayan Stendhal’in “Roman geniş bir yolun üzerinde gezdirilen bir ayna gibidir” tanımında da gözlenir. Ne var ki bu güven fazla sürmez. 20nci yüzyıla geldiğimizde Birinci Dünya Savaşı tarihin güzel bir geleceğe doğru kesintisiz akışına olan inancı sarsmış, bütüncül dünya algısını paramparça etmiştir. Daha 1899’da yayınladığı Heart of Darkness (Karanlığın Yüreği) adlı romanında Joseph Conrad, onca belagat sahibi Mr. Kurtz’un temsil ettiği –ki Batı uygarlığının vücut bulmuş halidir- vahşete işaret ederek, dilin yaşanır bir dünya kurmadaki yetersizliliğini sorgular. Nitekim T.S. Eliot meşhur “Çorak Ülke” adlı şiirinde “Margate Kumsalında hiçbir şeyi hiçbir şeye bağlayamıyorum” diye yakınacaktır. Ve yine “J. Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı”nda yüzyılın insanını temsil eden karakter aşkını itiraf etmeye çekinir, ya yanlış anlamışsa, ya yanlış anlaşılırsa? ‘“Ben Lazarus’um, ölüydüm dirildim,/Hepsini sana anlatmaya geldim,/Herşeyi anlatacağım’/Başının altına bir yastık koyarak biri/Derse ki “Ben hiç bunu kastetmedim,/Kastım hiç bu değildi.”
Dilin gerçekliğe temas etme yeterliliği asıl İkinci Dünya Savaşı sonrası sorgulanır. Bu dönem Samuel Becket’le özdeşleştirebileceğimiz “saçma tiyatrosu”nun doğuşuna tanık olur. Varoluşçu felsefeye göre dünyadaki varlığımız bir anlamdan yoksundur, Becket’in oyunlarında da öyledir, her türlü amaçlarını yitirmiş karakterler kopuk cümlelerle konuşur, anlamsız diyaloglarla iletişim kurar, ya da kuramazlar diyelim. Belki Turgut Uyar’ın “Birden hatırladık seninle buluşamadığımız günleri,/Gel ey büyük bakış yüce suskunluk gel artık beri. /Kentleri ve kasabaları ve köyleri çevirdik senin adına,/Kapıları tutmaktan artık herkesin nasır oldu elleri.” dizeleriyle seslendiği bütünleyici, yeryüzündeki bekleyişi anlamlı kılacak bakıştır bir türlü gelmeyen Godot. Becket karakterlerinin çoğu zaman sadece bir sese indirgenmiş olması bu yoksunluk yüzündendir. Ve sonrasında, kiminin 1945’ten, kiminin 1968’den başlattığı Postmodern dönemde Godot’dan umut tamamen kesilir ama Becket’in oyunlarındaki suskunlar ya da kekemeler yerine geveze bir kast vardır artık sahnede. Çünkü dilin mimetik özelliğinden vazgeçilmiş, zaten onun yansıtacağı bir mutlak gerçeklik olmadığı da görülmüş, dilin tamamen kendi içinde bir oyun olduğu kabul edilmiştir. Jacques Derrida kelimelerin sadece göstergeler olduğu, gösterdikleri şeyin yani anlamın sonsuzca ertelendiği tespitiyle dilin temellerine son yıkıcı dinamiti koymuştur. Farz edelim “elma” dedik, elmanın tarifi “bir meyve” olsun, meyvenin tarifi yine başka kelimeler olacaktır, yani dilin labirentinden çıkış yok, her sözcük bizi bir başka sözcüğe götürecek elmanın kendisine asla ulaştırmayacaktır. Ama bu kadar mı umutsuz durum? Dil sahiden bu kadar mı yanlış bir seçim, bu kadar mı yetersiz? Yine de vazgeçemeyiz, çünkü ondan daha verimli bir başka araç yok elimizde. Dilin güvenilmezliğini ortaya seren, ipliğini pazara çıkaran Derrida ya da Paul de Man dahi dile başvurmuş, sayfalarca yazmışlar kuramlarını açıklamak için. Ve mesela pizza ısmarladıklarında “pizza” sözcüğünün yenebilir, gerçek bir pizzaya dönüşüp geleceğinden yani dış gerçekliğe temas edeceğinden hiç kuşku duymamışlar.
Gördüğünüz gibi yine anlatmaktan anlamaya ancak sıra geldi. Anlamak pasif bir gönderiyi teslim alma olayı değildir, gelen mesaj binbir türlü kişisel, kültürel, dilsel şifreyle yazılmıştır. Anlamı mesajın bağlamına, gönderenin kişilik ve üslubuna, konuya yaklaşımına, hayat görüşüne, alıcıyla olan ortak geçmişlerine, dilin ait olduğu kültürün özelliklerine göre değişiklik gösterir. Bu şifrenin doğru çözülememesi durumunda çok ciddi yanlış anlamalar ortaya çıkabilir. Yine edebiyattan birkaç örnek verelim: Jonathan Swift sıkı bir insan- merkezlilik eleştirisi olan Güliver’in Gezileri’nde de görüldüğü gibi sıkı bir hiciv ustasıdır. İngiltere’nin İrlanda politikasını eleştirmek için yazdığı “Nacizane Bir Teklif” başlıklı yazısında İrlandalı çocukların doğar doğmaz ailelerinden alınıp beslenmesi ve uygun kiloya gelince kesilip yenmesini önerir. Çünkü mevcut politika bu çocukları zaten ölüme terk etmektedir ve Swift’in önerisinden daha az vahşi değildir. Oysa okurlar bu ironiyi anlamaz ve yazara saldırırlar. Hemen aklıma gelen bir başka örnek, O Henry’nin “Cadı Somunları” adlı hikâyesi. Bu eserde bir fırıncı kadın hergün gelip bayat ekmek isteyen, yoksul görünüşlü bir adama ilgi duyar. Görünüşünden onun ressam olduğuna hükmeder ve hem ona acıdığından hem adamla yakınlaşmak için ekmeğin arasına bir gün kalın bir tabaka tereyağı sürer. Ertesi gün adam küplere binmiş olarak gelip kadına hakaretler yağdırır. Meğer adam aslında bir harita teknisyenidir ve bayat ekmekleri harita mürekkebini silmek için kullanmaktadır. O gün iki aydır hazırlamakla uğraştığı haritayı yağlı ekmekle silmiş ve bütün emeklerini çöpe atmak zorunda kalmıştır. Yanlış anlamalar sadece dil için değil, sonuçta dil bir işaret sistemi, bütün işaretler yanlış yorumlanabilir. Bunun bir güzel örneği Stevie Smith’in “El sallamıyordum, boğuluyordum” adlı şiiridir.
Dil anlamadığımız halde anlıyormuş gibi yapmak içinde kullanılır ve anlaşılmaya, bağlantı kurmaya öyle açız ki çoğu zaman karşımızdakinin samimiyetinden kuşku bile duymayız. Örneğin, Steinbeck’in “Kasımpatılar” adlı hikâyesinde kadın bahçesinde harika kasımpatılar yetiştirirken büyük bir çiftçi olan kocası da hayvan besiciliği yapmaktadır. Ciddi bir sorun yaşamamalarına rağmen pek de denk düşmüş değillerdir. Mesela koca eşinin çiçek yetiştirmedeki hünerini överken bir yandan “bu beceriyle keşke meyve yetiştirsen” diyerek estetik zevkten yoksun, kâr amaçlı bir karakter sergiler. Bir gün at arabasıyla gezgin bir kalaycı gelir, kadına varsa kap kacağını tamir edebileceğini söyler. Bu arada insan sarrafı adam bahçedeki çiçeklere iltifat eder, onları pufuduk bulutlara benzetir, uçuk, havada dağılıp giden renklerine dikkat çeker ve bu konuşmasıyla kadını etkilemeyi başarır. Kadın nihayet anlaşıldığını hisseder, hep bir erkek gibi giyinip davranırken o an kadın oluşundan memnuniyet duyar, içinde adama karşı nerdeyse bir arzu uyanır, eve gidince süslenir, aynaya bakar. Adam bir de çiçeklerle ilgisini göstermek için aşağılarda bir hanımın bu çiçeklerden istediğini belirtip birkaç kök rica eder. Kadın elbette hoşnutluk içinde bir saksı çiçek verir. Fakat akşam şehre inerlerken yolda kalaycının çiçekleri yol kenarına atmış olduğunu görür. Adam saksıyı atmamış, işe yarar olduğu için saklamıştır.
Neyse ki güzel insanlar, birbirini anlamanın mümkün olduğu hikâyeler de var. İlk örneğimiz, Hemingway’in “Temiz, Aydınlık bir Yer” adlı öyküsü. Yaşlı bir adam gecenin geç vakti bir kafede oturup acele etmeden birasını yudumlamaktayken iki garson dükkânı kapatmak için onun kalkıp gitmesini beklemektedirler. Genç garson bir an evvel evine, karısına kavuşmak için huzursuzlanmakta, ihtiyara kızmaktadır. Yaşlı olansa evinin yalnızlığına, uykusuz karanlığına gitmek yerine onun bu “temiz ve aydınlık” mekanda biraz daha vakit geçirmek istemesini anlayışla karşılamakta, genç meslektaşını bu konuda uyarmaktadır. Raymond Carver’ın “Küçük, İyi Bir şey” adlı hikâyesi de olumlu biter. Bir çift minik oğullarının doğum günü için pasta siparişi verirler, fakat o sıra oğlan çok ciddi bir ameliyat için hastaneye yatınca pastayı alamazlar. Eşler sırayla eve dinlenmeye gittiklerinde pastacı arayıp onları taciz eder. Bu arada hastanede geçirdiği zamanda anne öteki hastalarla temas kurar, onların durumunu, hastanedeki ilk günlerde duyarsız bulduğu eşini anlar. Sonunda da pastacıyla yüz yüze geldiklerinde konuşurlar. İki taraf da birbirinden öfkeli davranışları için özür diler. Bütün bunlar konuşma ve dokunma sayesinde olur. Yıllar önce yazdığım, liseli oğlumla barışmamızı anlatan “Tamir” adlı şiirimden birkaç dizeyle örnekleri bitirelim: “Hafifleyen tekerleği çevirdim bir tur,/zımpara vurdum tutuk, paslı bölgelere,/gacır gucur sesleri yağla yatıştırdım./Doktor edasıyla elimi yana açıp/lokma takımı dedim – tatlısı der gibi,/gerekmediği halde, bir somun istedim,/kargaburun, maymuncuk, pense ve kerpeten,/vidalar gevşetip vidalar sıkıştırdım./Onun sıcak telaşını izlerken orda,/çok şükür dedim, tamirden umutsuzdum ben./Akşama doğru bisiklet hazırdı artık,/bastık pedalına sözün ve hiç durmadık.”
Orhan Veli “Bir yer var biliyorum,/Her şeyi söylemek mümkün;/Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;/Anlatamıyorum” der ya, söylemenin anlatmak demek olmadığı gizlidir burada. Hani bir fıkra var, adamın biri hapse düşer, koğuştakiler her akşam toplanıp sırayla 5,8,20, 62 gibi sayılar söylemekte, sonra hep bir ağızdan kahkaha atmaktadırlar. Birkaç akşam sonra sohbete dahil olmak isteyen adam da 46 diye bağırır, ama kimse gülmez. Meğer bu sayılar aylardır orada anlatılan fıkraların numaralarıymış ve mahkumlar uzun uzun fıkraları anlatmaktansa kısaca numaralarını söylüyorlarmış. “Peki, der adam benim 46 numarama neden gülmediniz?” Cevap şu olur: “Ee, anlatmaktan anlatmaya fark var.” -Bilmem güldürebildim mi?:)) İşte bu nedenledir ki bazı masallar, hikâyeler, fıkralar değişik kimseler tarafından tekrar tekrar anlatılır. Sadece kıssadan çıkacak hisse ya da espri önemli olsa buna gerek kalmazdı. Maksat dilin balını damıtmak, üslubun, sesin, ritmin tadını duyurmak, sözcükler arasındaki etkileşimi sergilemek ve yer yer onları serbest bırakıp nereye götüreceklerini izlemek. Tabi başka nedenleri de var bu yeniden anlatımların. Kimi eskinin bilgeliğini ya da lezzetlerini sonraki kuşaklara aktarmak ister, kimi eskileri günün değişen koşullarına uyarlamak, kimi alışılmış kalıpları kullanarak anlatacağı yeni konuları daha kolay algılanır kılmak… Ama bu titiz bir seçim sonucu olur, çünkü her metin aynı derecede elverişli ya da değer değildir bu çabaya. Mitler, masallar, klasik anlatılar bu yüzden tercih edilir. Zamansızdırlar çünkü, her çağa hitap eden bir yanları vardır. Joyce, Ulysses efsanesini yeniden yazdıysa, Orhan Pamuk Kırmızı Saçlı Kadın adlı romanında Oidipus’u günümüz Türkiye’sine taşıdıysa, Pamuk Prenses masalı değişik dillerde defalarca farklı yorumlarla yeniden kaleme alındıysa sebebi budur.
Anlatıla anlatıla tüketilemeyen miras unsurlarımızdan biri de Nasrettin Hoca fıkraları. Bu Anadolu bilgesine atfedilen fıkralar insanın özüne dair öyle sırlar barındırıyor ve değişik yaşantılara uyarlanmaya öyle uygun olmalılar ki hem geniş bir zaman dilimine hem sınırlarımız dışında çok geniş bir coğrafyaya yayılmış. Bir katalog taramasında günümüz Türkçesiyle onlarca yazarın kaleminden çıkmış derlemelere rastlarsınız. Beni düzyazı değil de şiir dilinde yazılmış olanlar daha çok ilgilendiriyor çünkü halk anlatıları bence ortaya çıktıkları dönemin kültürü, mizahı kadar dil ve estetik anlayışını da aktarmalı. Bu yüzden Fuat Köprülü ve Orhan Veli’nin çabalarını özellikle önemsiyorum. “Güzel bir üsluptan geçtim, okuduğum kitaplarda, doğru dürüst bir Türkçe bile yoktu. Bunun üzerine de bu fıkraları okunabilir bir dille yazmanın küçümsenemeyecek bir iş olduğuna inandım. Yazdığım Nasrettin Hoca fıkralarının bugüne kadar yazılanların en iyisi olduğunu söylersem pek de böbürlenmiş sayılmam” diyen Orhan Veli’ye hak vermemek mümkün değil. Hem son derece duru bir dil kullanmış, hem Aziz Nesin’in de önerdiği gibi, mümkün olduğunca lafı uzatmadan ve nüktenin vurucu etkisini koruyarak anlatmış. Ama aradan epey zaman geçti, yeni kuşakların zevkine uygun tekrar yazımlara ihtiyaç yok mu? Dürüst olalım, ilkokul yıllarında tanıştığımız Hoca fıkralarını sonraki yıllarda kimler kaç kere okuyor? Bu fıkralar sadece nüktelerine indirgenip taşı gediğine oturtmak için bir atasözü, bir deyim gibi kullanılır hale gelmiyor mu? Hatta biraz daha ileri giderek, günün sosyal medya salgınında, yabancı yayınların baskını altında birçok çocuğun Hoca’yla tanışıklığının ders kitaplarındaki birkaç fıkrayla sınırlı kaldığını öne sürebilirim. Öyleyse, onları yeniden kurgulamalı ve parodi, pastiş, anakronizm gibi postmodern anlatım teknikleri, dil oyunları, ses zenginliği ve gençlere hitap edecek yeni bir ritimle yeniden dolaşıma sokmanın yollarını aramalıyız ki hem çocuklar en az oynadıkları sanal oyunlardaki kadar dinamik, zihinlerini kışkırtan metinleri ellerinden bırakamasınlar hem de yetişkinler sonunu bildikleri bu fıkraları baştan sona sıkılmadan okuyabilsinler.
Niyetim asla Orhan Veli’yle yarışmak değil ama ben aşağıda ikisini sizinle paylaştığım şimdilik on kadar fıkrayı bu düşüncelerle ve sondaki nüktenin gücünü zayıflatma riskini göze alarak yeniden yazdım. Sohbeti yine konu başlığına değinerek bağlarsak, son günlerde gençler arasında yeni anlatım biçimi olarak yayılan rap müzikten bahsettiğimiz amaç doğrultusunda neden yararlanmayalım? Neden herkes kendi dilediğince, kendi nefes mesafesine, dil kıvraklığına göre bu metinleri bir şarkıya dönüştürerek yüksek sesle okumayı denemesin? Müzik kulağım yok demedim denedim ben de (kendi kendime), çok zevk aldım, size de hararetle tavsiye ediyorum. Sadece okumakla kalacaklara iyi okumalar ama benim bu girişimimden ilhamla Hoca fıkralarını yeniden yazmaya hevesleneceklere iyi yazmalar ve ama herkese iyi eğlenceler!
Kazan Doğurdu
Tarhana yapmak için ta Tahran’a
gitmeye ne hacet? Nihayet
komşu komşunun külüne muhtaç azizim,
bak bizim Nasrettin Hoca,
duyunca böyle bir ihtiyaç,
doğruca komşunun kapısını tıklar.
Hıklar mıklar komşu önce,
“bize de lazımdı oğlumdu kızımdı birazı gerçekti birazı nazımdı
büyük dedem mülazım babam Kazdağlı bekçi Kazım’dı”
gibi bahaneler ve daha neler geveler.
Bir yandan bilir fakat, durum sakat,
büyük olaydır, Hocaya laf anlatmaktan daha kolaydır
zürafaya şaplak atmak!
Keser itirazı eh! sonunda olur razı ve
alır Hoca kazanı deh! yürür, işini görür tarhananın tutmadan dibi.
Tabi söz verdiği gibi
geri getirip iade eder.
Şaşar komşu, der bu ne,
içine bir tencere koymuşsun kazanın?
Hocada cevap çat! icabında
“kazı-kazan”ı ettim icat, kazandın,
şaşacak ne var bunda?
Boşaltırken yoğurdu, doğurdu senin kazan,
“Olur mu hiç?” deme, böyle yazmış fıkrayı yazan.
Adam sazan ayaklarına yatmış, almış tencereyi, konuyu kapatmış.
Aradan bir hafta ya geçer ya geçmez,
bu kez de pekmez yapmak için yine kazan gerekir.
Atalarımız ne der bir kenara yaz,
kazan esirgenmez gelecekse kaz.
Komşu bu defa bin nezaket, yüzbin
“Aman efendim, her zaman elbet, ah ne demek, tabi ki şayet, lafı mı olur,
ne ki, gayet, estağfurullah yani, hayret, hem farz hem de sünnet,
yok canım, daha neler”
gibi birşeyler geveler,
kazanı verip ovuşturur, göbeğinde kavuşturur ellerini,
beklemeye başlar.
Gel zaman, git zaman, gelmez kazan.
Çok kızan dayı kapıyı hışımla çalar, içeri dalar,
“De hele bi zahmet,
n’oldu bizim emanet?”
Hoca der “Ruhuna rahmet,
senin kazan öldü.”
Adam öfkeden karelere, küplere biner,
“Olur mu hiç ölür mü yahu?”
Hoca’da cevap tak! der ki “Hu,
ey ahmak, bana bak, şunu sarmısak kafana çak, bu sana hak,
bilmez misin dünya fani
doğurduysa ölür de, yani!”
Taşınma
Gökyüzünde dombay gibi bir ay
ve say say sayılmaz sayıda yıldız
cızz bızz parlıyorken
karısının neşanslıhasta halası için
beş tas has hoşaf, bir tas da nişasta
yapmaya gittiği bir gece
yalnız ve yayan camiden dönmekte
ve bir yandan çekirge sesi senfonisi dinlemekte
olan hoca
ansızın bir hırsızın evlerinin kapısından çıktığını görür,
gözünü sulandıran, görüşü bulandıran
sinekleri kovalar, gözlerini ovalar
şöhreti müdafa gerektirmeyen büyük filozof
bu defa off yine bir dalgınlık yaptığını
yanlış sokağa saptığını düşünür
ancak ayıkması bu durumdan çıkması fazla zaman almaz
kuşkusu kalmaz adamın sırtındaki gonca
gül desenli yorganını tanıyınca. Soğuk kış
gecelerinden binlerce ılık anının her anı, tek tek,
mübarek Cuma gecesi
güm güm hücum eder beynine,
gücüne gider düpedüz
özel hayatına bu tecavüz.
Yüreğinde maya tutan arsız bir sızı
yine de yetmez sükunetini bozmaya,
hiç ses etmez ve usulca
izler ıssız sokaklar boyunca
onu takip eden birinin ve elbet Necip Fazıl’ın
ürpertici “Kaldırımlar” şiirinin
varlığından habersiz hırsızı.
Nihayet adam bir evin kapısını çalar,
içeri dalar bizimki de tam kapı aralandığı an,
Davetsiz misafiri ta kasabanın çarşısında değil de
tam karşısında görünce,
hayatında bir kere bile nazik ve ince
davranmamış olan kabasaba hırsız, yine zerre
kadar -oldukça konutsever olmalı ki-
konukseverlik göstermeden,
birden ve en yüksek perdeden parlar,
“Böyle densizce ve nedensizce
meskenime giremezsin bre mezhepsiz!”
diye paylar hocayı. Ama niye böyle
aliterasyonlu ve kafiyeli konuştuğu muamma
yavuz hırsızda yüz yoksa,
Hocada da yoktur altta kalacak göz:
Gönlünün sultanı peri kızına dair binlerce romantik anı
ile yüklü yünlü, “Made in Kapadokya”
yorganı gösterip “yok ya,” der, “yahu birader,
az evvel buraya taşındık ya!”
Nazmi Ağıl – Virüs, Sayı: 2