Bir Eli Gelenek, Diğeri Gelecekte: Bedri Rahmi
Ulusal çağdaşlık idealine, dokunduğu her yüzeyde tüm biçim ve renkleriyle sâdık bir figür oldu Bedri Rahmi Eyüboğlu. Sanatçının, edindiği modern sanat bilinci ve üslûbu ile yücelttiği geleneksel halk estetiği arasında samimiyetiyle kurduğu köprüler, geleceğe bugün de ışık tutuyor, geleneğin kıymetini tazeliyor.
Türkiye’nin sanat kimliği uğruna verdiği cansiperane emekle tanınan Bedri Rahmi Eyüboğlu, bir bakıma Anadolu sanat dünyasının ta içine doğan, bir nimet gibiydi: 1911’de Görele’de doğan sanatçının babası Rahmi Bey bir kaymakamdı, Lütfiye Hanım’ın ikisi kız beş evlâdından biri olan Eyüboğlu bu sayede, sık sık tayini çıkan babasından ötürü, birçok yeri daha çok küçük yaştan itibaren görme imkânı buldu.
Trabzon Lisesi’nde okuduğu dönemde, bu eğitim kurumunda resim öğretmeni olan, ‘Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği’ kurucularından, Münih’te Kübizm ile Ekspresyonizm etkisinde kalan Zeki Kocamemi’nin öğrencisiydi. Ailesi, başta ressam olma niyetine yanaşmadı, ancak gelen olumlu izlenimler üzerine bu fikrini değiştirdi.
Hocası ve okulunun müdürünün de yönlendirmesi üzerine, 1929’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi sınavlarına girdi. Ferit Edgü’nün bir metninde dile getirdiği gibi, 1928’de okulda latin harfleri ile yaptığı tabelalar ve posta kartları üzerine çalıştığı ilk süsleyici resimleriyle dikkat çekti. Yüksek Öğrenim hakkından Nazmi Ziya ve İbrahim Çallı’nın öğrenciliği ile faydalandı. Kabaca, yaşantısını özetlememiz gerekirse, öğrencilik dönemi, Fransa dönemi, 1930-50 arası, 1950-60 arası, geleneksel yazma tekniği süreci, 1970’ler ve son dönemleri olarak sıralandı.
Doğru zamanda, doğru toprak ve koşullarda büyütülen, gürbüz, verimli, Cumhuriyet’in idealizmiyle her anı dipdiri ve yaratıcı, sahiplenici bir yurttaştan farksızdı. Şairliğiyle de iz bıraktı. Yapmacıksız, kanında, gözünde, bakışında, elinde biriken Anadolu enerjisini, yerinde yaptığı gözlem ve üretimle edindiği Avrupa – Batı edebi, rasyonalizmi ve belleğiyle demledi, hep insandan yana, sınıfsız ama kökenine sâdık bir anlatımın, aktarımın neferi oldu.
Kültür denilen hamurun tekil ve kuru bir bünye olmadığını, her defasında yoğurduğu görsel ve metinsel birikmişlikle, içtenlikle tercih ettiği form ve renkleriyle dışavurdu. Bununla yetinmedi, ait olduğu coğrafyanın, diyelim ki bezeme-yazma gibi sembol üretim pratiklerini devralarak, onlara yepyeni ifade olanakları kazandırdı.
Dile nasıl sahiplenici, samimi ve anlaşılır bir muamelede bulunduysa, görsel alfabesini de hep bu yenilikçi, birden bire kendisini içinde bulduğunuz misafirperverlikte, gür bir bereketle izleyicisine ikram etti. Hiç cimri olmadı. Dünü bugünle, yarını düşleriyle bölüştü. Bir bakıma Eyüboğlu, kendi ekolünden yetişenlere, o çok şanslı öğrencilerine de bu cömertliğin emsal ve kefiliydi. Bir semaver kadar dengeli, sabırlı ve lezzetli sayılabilecek görsel tınısı ile Anadolu insanının gündemindeki doğum, ölüm, bayram ve düğün gibi eşik noktalarını olduğu kadar, ekmek kavgası, gündelik nimet hayhuyu, çiftçilik, balıkçılık, karnavallar ve ağıt halleri de, yazgı kataloğunun hep baş köşesinde olageldi. Seçtiği her paletle, ele aldığı her konunun duygu termometresine hiç saygısızlık etmedi. Bir yerde acı, dram, mutsuzluk varsa, fırçasını bundaki kederden, biçim ve figürlerini bu yaratıcı, dışavurumcu dramatürjiden öteye hiç sıçratmadı, ele aldığı yas iklimini şımarıkça hiç bozmadı.
Eyüboğlu, Akademi’de gördüğü eğitime karşın, buradan diplomasını almamayı seçti. Yolunu Paris’e düşüren ağabeyi, burslu olarak burada bulunan Cumhuriyet aydını Sabahattin Eyüboğlu’nun da verdiği destek sayesinde, kendisi çizdi. Paris’te galeri ve müzeleri arşınlayan sanatçı, resminde ve şiirindeki yoldaşlığı, Van Gogh’a, Gauguin’e hayranlığının yanı sıra, sanat tarihçi ve küratör Kıymet Giray’ın da vurguladığı gibi, Raoul Dufy ve Henri Matisse gibi üstatlarda buldu.
Bu imzalarla birlikte, Picasso ve Chagall da Eyüboğlu’na ruh yoldaşı oldu. Keza onlar da, sanat tarihçilerin de altını çizdikleri gibi, Doğu sanatının inceliğini çoktan keşfetmiş imzalardı.1931’de Dijon, ertesi yıl ise Lyon’da sanat eğitimi gördü. Ardından Andre Lhote özel akademisine girdi ve bu süreçte, gelecekteki eşi Ernestine (Eren Eyüboğlu) ile bu akademide yolları kesişti.
Zanaatin içindeki üretken bünyeyi, hayal gücünün biricikliğiyle kaynaştıran Bedri Rahmi Eyüboğlu, bu sezgisel rotayı oluştururken mutlaka Anadolu insanının emeğinden feyz aldı. Onların ürettiği çoraplar, nakışlar, yazmalar, heybeler ve buradaki sembolizm, Eyüboğlu’nun bireyselliğinin estetik DNA’sının kodları haline geldi.
Canlı veya cansız olsun, dünden veya bugünden; aldığı her ilhamı, ait olduğu Dünyaya her defasında yepyeni bir söyleyiş ile yapıtlarına türlü cüsse ve çeşitlilikle sevk etti. İşin ucu öyle bir noktaya vardı ki, tıpkı Akdenizli yoldaşı Antonio Gaudi gibi, o da cephelere kendi emeğini zerk etti. Ürettiği mozaiklerle, gözü ve elinin değdiği her mimari değerin kıymetini perçinledi. Ya da üretimine baktığımızda, minyatür, seramik gibi denemeleriyle de hep, bireyselliğini muhafaza etti ve sergiledi. Yaşamı süslemekten, kutlamaktan, ‘stilize’ üslûptan hiç çekinmedi. Zaten Anadolu nakış geleneği de, resimlerinde devraldığı gibi, adı üzerinde, bir ‘yazgı’ refleksi idi. Keza Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesi, Doğu ve Batı sentezi için ter döken, ancak zamanla dağılan ‘Onlar Grubu’nun da tohumlarının atıldığı yer oldu. Atölyede, Leyla Gamsız, Mustafa Esirkuş, Nedim Günsur ve Mehmet Pesen gibi fırçalar buluşmuştu.
Bunun gibi, 1933’te Paris’ten İstanbul’a gelen Eyüboğlu da Cumhuriyet gençliğinin sanat tarihini tayin eden d Grubu’na ertesi sene katıldı, ancak daha sonra ayrıldı. Eyüboğlu’nun sanatına ve kendisine duyduğu saygı ve inancı yansıtan bir başka kararı, 1934’teki Akademi diploma yarışmasında aldığı üçüncülük ödülü oldu. Sanatçı, aldığı dereceyi gerekçe göstererek, diplomayı reddetti. Bu süreçte Moskova’daki Türk sanatı sergisine verdiği ‘Düşünen Kız’ tablosu ile birincilik kazanan sanatçı, ilk kişisel sergisini 1935’te Bükreş’te açtı. Ertesi sene ise, diploma yarışması yeniden yapıldı ve Eyüboğlu bu defa, hamam konusu ile birinciliği elde etti. Bu senenin nisan ayında da, Eren Hanım ile dünya evine girdi.
Eyüboğlu, dönemin iktidarının kültür politikasının bir yansıması sayılabilecek Yurt Gezileri’ne 1938 yılı Eylül ayında gittiği Edirne seyahati ile ilk katılan ressamlar arasındaydı. Burada edinliği izlenimlerini, dönemin Ses dergisiyle yazılı ve görsel bağlamda paylaştı. 1942’de de Çorum, İskilip’e bir gezide bulunan ressam, duvar resimleriyle de varlık gösterdi. Örneğin İstanbul Ortaköy’deki Lido Yüzme Havuzu Duvar resmi, bu dönemde kayda geçti. Bu süreçte ürettiği yapıtları, estetik karakterinin oluşmasında büyük pay sahibi oldu. Sanatçı İstanbul Kalamış’taki evinin bahçesinde başlayarak, Anadolu ve Avrupa’nın birçok yerine iz bıraktı. İzmir, Ankara, Bursa, Paris, Brüksel ve Bonn gibi bölgelere, çeşitli ölçülerde vitray, mozaik, graffito ve seramik gibi tekniklerle, 1000 m2’ye yakın duvar resmi bıraktı. Bu yapıtlarında, yıllardır odaklandığı yöresel kostümlü Anadolu kişileri, balıklar, kuşlar, hanlar, kilim ve yazma gibi motifleri tekrar ele aldı.
Bunun gibi, Eyüboğlu’nun 1950’de yeniden gittiği Paris gezisinde edindiği İnsanlık Müzesi izlenimleri, onu Anadolu folklorik sanat üretim anlayışına daha da yakınlaştırdı. Yine bu süreçte Bizans mozaiklerini yakından inceledi ve Kariye Camii Chora Manastırı’nın müzeye dönüşüm sürecinde görev aldı. Sanatçının dikkatini odakladığı bir diğer tarihsel yapı, mozaikleri ile Ayasofya idi. Bedri Rahmi, İstanbul Levent’teki toplu konutlar veya Unkapanı İMÇ ya da Karaköy’de ürettiği mozaik ve duvar panolarıyla da ilgi topladı.Yazık ki sanatçının kimi mozaikleri günümüzde hak ettiği korunmayı göremiyor.
Bedri Rahmi, ürettiği farklı teknikte işlerinde, hep Türk işi motifler, geometrik soyutlama ve Batı sanat tarihinin Art-Deco, Kübizm ve ekspresyonizm gibi akımlarına, küresel folklordeki imgelem özgürlüğüne dönük, sentezci, evrimsel, nakışa her suret ve yüzeyle gönüllü bir üretimi seçti.
Sanat tarihçi ve eleştirmen Prof. Kaya Özsezgin, Eyüboğlu’ndaki bu tutumu 1975 yılında kaleme aldığı bir metninde, şöyle kayda geçirmişti: “…Nakış, Bedri Rahmi deyimiyle malzeme ve tezgâhtır. Renk ve biçim, dilinin ayrıntılarıdır. Ayrıntıları, işlevin gerektirdiği olanaklarla değerlendirmek, yöresel motifleri çağdaş sanat doğrultusunda kalıcı kılabilir. Eyüboğlu bunu gerçekleştirmeye çalışmıştır.”
Nakışa olan sevdası, Eyüboğlu’nun verdiği bir söyleşide de şöyle vurgulanıyordu:
“Bizim Halk Sanatımızda, resmin yerini nakış tutar. Ömründe bir tek gerçek tabloya rastlamamış milyonlarca insan vardır. Fakat içine nakış girmemiş tek bir hane, bir çift göz bulunabileceğini sanmıyorum. Bizim memleketimizde nakışın tuttuğu yere gelince, bu alanda benzerimiz yoktur diyebiliriz. Çünkü bize suret çizmeyi yasak etmişler, biz de bunun acısını dünyanın hiçbir tarafında bulunmayacak kadar, çeşitli süslemeler, nakışlar bezemeler yaparak çıkarmışız.”
Eyüboğlu yine, 1949’da ‘Nakşı Küçümseyenlere’ verdiği aynı başlıklı yanıt metninde, şunu vurgular: “Nakşın birçok aydın kişiler tarafından küçük tutulmasına sebebiyet veren noktalardan birisi de ona sinen ‘süs’ tarafıdır. Tezyinata süs demişlerse kabahat tezyinatın değildir.
Nakışın doğuşunda birinci planda gelen endişe süs değil tersine faydadır. Abdesthane ibriği süs olup rafa konmadan önce çok hayırlı bir iş görmekte idi. Kilim çerçevelenip duvara asılmadan önce evin bütün kahrını çekiyordu. Güzel talik, sülüs, rik’a olmadan önce sözün ta kendisi idi. Bugünün ressamını nakış dünyasına çeken, onun süs tarafı, lüzumsuz tarafı değil, onun yaşayan, kolaylıkla yayılabilen ekmek ve su gibi herkesin olan tarafıdır.”
Aynı şekilde Bedri Rahmi Eyüboğlu, 1950 senesi Paris İnsanlık Müzesi gezisinde farkına vardığı bir diğer eksikliği, geleneksel Türk halk sanatı yazma üretimine odaklanmak suretiyle gündeme taşır, ülkesindeki farklı semt pazarlarını inceler ve bu süreçte, Ermeni usta Hanımyan’la tanışıp, çalışma şansını bulur. Bu aşamada, ilk ortak yazma üretim örneğini, Ayşe Gelin motifi ile verir. Bunu kalıp baskı haline getirir ve eseri, diğerleri izler. Eyüboğlu bu süreçte evinde bir de yazma atölyesi oluşturur. Eren Eyüboğlu ile birlikte çok sayıda deneyde bulunur ve atölyeye Mavi Kaplumbağa adı verilir. Buradan başta balık ve nar olmak üzere birçok motif, kalıp ve kompozisyon çıkarır ve 27 Mart 1951’de ilk yazma sergisini izleyicisine sunar.
1960’lara gelindiğinde, ‘Bedros’ ismini verdiği portre ve oto-portre serilerine yönelir Eyüboğlu. ABD gezisinden dönmüştür. Yine, Türkiye’deki gergin siyasal iklimden doğaya, Karadeniz’e sığınarak uzaklaşmayı seçer ve bu sırada, 1972’de Midye ve Bulgaristan arasında ziyaret ettiği deniz mağaraları ona büyük ilham verir. Yaşamının son döneminde ürettiği imgeler umut, mutluluk ve enerjiyle yüklü iken, ortaya koyduğu şiirleri, bunun tersi istikamette olur.
Netice yerine, tıpkı ağabeyi Sabahattin Eyüboğlu gibi, Bedri Rahmi de geleneksel sanat ve modern sanat sentezine gönül koyup ter dökmüş, çok yönlü bir sanatçıydı. İnsan sevgisi, kadına duyduğu aşk ve saygı, ait olduğu topraklara iyi ve kötü günde sözcülük ve tanıklık tutkusu, onu geleneksel ve modern sanatın pek çok kolunda üretken kıldı. Akademi’de Mari Gerekmezyan ile bir gönül ilişkisi oldu ve onu hiç unutmadı. Gerekmezyan da kendisinin büstünü ona armağan etti. Eren Eyüboğlu ise, yüce gönüllülük göstererek Bedri Rahmi’nin bu tecrübesini hazmetmeyi göze aldı. Bu çok yönlü tutum, onu bilhassa Pablo Picasso’yla bir manâda yazgıdaş hale getirdi. Ulusal çağdaşlık idealine, dokunduğu her yüzeyde tüm biçim ve renkleriyle sâdık kalmış bir figür oldu, Bedri Rahmi Eyüboğlu.
Torunu Sabahattin Rahmi’den, Turgut Cansever imzalı Kalamış’taki müze karakterli evinde verdiği bir TV söyleşisinde öğrendiğimiz gibi, ev-atölyesinde özellikle yerde çalışıp üretmeyi benimsemiş, kelimenin tam manâsı ile ekol olabilen bir sanatçıydı Eyüboğlu. Edindiği modern sanat bilinci ve benimseyerek, üslûbu ile yücelttiği geleneksel halk estetiği arasında kurduğu köprüler, geleceğe bugün de ışık tutuyor, geleneğin kıymetini tazeliyor.
(Bilgi notu: Bu portre denemesinde, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi adına 2007’de hazırladığı Bedri Rahmi Eyüboğlu konulu Yüksek Lisans tezi ile Sn.Vildan Işık ve Giresun Üniversitesi adına aynı derece için ürettiği metni ile, Sn. Mihriban Rukiye Yıldız’ın 2018 tarihli Yüksek Lisans Tezi’nden yararlanılmıştır.)
Evrim Altuğ