Portre: Gabriela Mistral

1889 yılında Şili’de doğan ozan ve eğitimci 1945’te Nobel Edebiyat Ödülü kazanan ilk Güney Amerikalı olmuştur. Doğaya, yurt ve insan sevgisine, Hıristiyan öğretisine ve öte dünyaya olan inancı şiirlerine yansımıştır. Çalışmalarıyla dünya çapında ün kazanan ozan, birçok ülkede Şili elçisi olarak görev almış ve özellikle kadın ve çocuk yoksulluğunu gidermek için uluslararası örgütlerde çalışmıştır. Genç yaşında başlayan eğitimciliği ve eğitim yaklaşımıyla hem Şili’de hem de yaşamının büyük bölümünü geçirdiği Meksika’da eğitim dizgesini yönlendirmiştir. Sürgündeki yaşamını her zaman diktatörlere ve faşizme karşı durarak ancak hiçbir siyasal eğilimden yana olmadan sürdürmüştür. Güney Amerika’nın sorunlarına düşünsel ve ekonomik destek için ömür boyu çalışmış ve bu çabasını Güney Amerika’nın sesi olabilecek, kişiselliğe indirgenmemiş, yüce tonlu epik şiirlerle sanata yansıtmıştır. Eleştirmenler bu şiirlerde çoğunlukla, ilk kez 1920’lerde liseli bir genç olarak tanıdığı ve bir yıl öğrencisi olan Neruda’nın şiirleri ile yakınlıkları ve farklılıkları ele alırlar. Yaşamını 1957 yılında 67 yaşındayken New York’ta yitirmiştir.  Aşağıdaki üç şiir Tala (Talan) adlı kitabından alınmıştır. 14 yılda yazılmış, 1938’de Buenos Aires’de yayımlanmış olan bu kitabı eski dostu, Palma Guillén de Nicolau’ya ve Meksika kadınının insanlık özelliğine adamıştır. Kitabın tüm gelirini İspanyol İç Savaşında kimsesiz kalmış Katalan çocuklara bakan kurumlara bağışlamıştır. Şiirler açık bir dille yazılmıştır; konuları, ekmek, tuz, su gibi yalındır ama ozanın karmaşık duygu ve düşüncelerinden dolayı anlaşılması güç imgeler ve göndermelerle doludur. 

Türkçesi: Ayşe Nihal Akbulut

Ekmek    

    Teresa ile Enrique Díez-Canedo için

Masaya ekmek bırakmışlar

yarısı pişkin kavrulmuş, yarısı apak,

üstü soyulmuş ve bölünmüş

karbeyazı iri birkaç kırıntı.

Yepyeni görünüyor bana ya da sanki hiç görmemişim,

ve hiçbir şey yemediğim halde ondan başka, 

gelgelelim ellerken kırıntılara yarı uykulu,

tadını da kokusunu da unutmuşum.

Annem gibi kokuyor süt verirken,

gelip geçtiğim o üç koyak gibi kokuyor:

Aconcagua, Pátzcuaro, Elqui,

ve türkü söylerken benim varlığım gibi kokuyor.

Evde başka koku yok

ve işte beni böyle çağırmıştır;

evde hiç kimse de yok

bir tek bu bölünmüş ekmek tabak üstünde,

o bedeniyle anımsar beni

ve ben de onu kendiminkiyle.

Yedi iklim dört bucakta yenmiştir bu

aynı ekmek, yüzlerce kardeşi var:

Coquimbo ekmeği, Oaxaca ekmeği,

Santa Ana ekmeği ve Santiago’nunki.

Çocukluğumdan bilirim bu ekmeği

güneş biçimindedir, balık ya da ayla biçiminde,

ve tanırdı elim yumuşacık ekmek içini

ve sıcaklığını tüylü güvercinin…

Sonra unuttum onu, şu güne dek

bizim ikimizin karşılaştığı,

ben yaşlı Sare bedenimle

ve o beş yaşındaki haliyle.

Ekmeğimi paylaşıp yediğim şimdi ölü dostlarım

öteki koyaklarda güzelim kokusunu alırlar onun,

Eylül’de değirmenden çıkmış ekmeğin

ve Ağustos’ta Castile’de hasat edilmiş olanın.

Bu başka ekmek ve bu aynısı yediğimizin,

onların yattığı topraklarda.

Kabuğunu açıp bölüyor ve sunuyorum onlara sıcaklığını;

somunu döndürüyor ve gönderiyorum soluğunu.

Avucuma dolup taşıyor

ve bakışım elime dikilmiş;

salıyorum iç çekişini pişmanlığımın

bunca yılın unutuşundan,

ve yaşlanıyor yüzüm

ya da yeniden doğuyorum bu buluşla.

Şimdi ev boş olduğundan,

buluşabiliriz biz yeniden kavuşanlar,

ne et ne de yemiş olan bu masada,

ikimiz bu insanca sessizlik içinde,

tek oluncaya dek yeniden 

ve günümüz sona erinceye dek …

Tuz

Kumuldan toplanan tuz,

tazecik kanatlı capcanlı martı,

beyazlık çukurundan,

beni arıyor ve döndürüyor başını.

Gidiyorum ve geliyorum evin içinde

ve sanki onu görmüyorum

ve ne de o beni görüyor, 

ermiş Lucia, apak ve kör.

Ama tuzun ermişi

içimize işleyen ve bizi rahatlatan,

incecik apak bakışıyla,

zıpkınlıyor, gözlüyor ve yönetiyor

kaygılar içindeki kadını

ve sofranın kurulmasını.

Sofradan göğsüme ulaşıyor;

odamdan kilere gidiyor bu bakış,

kengerlerin şeytanarabası hafifliğiyle

ve kırık okların parıltısı.

Tutuyorum onu bir canlı gibi

ve toz gibi öğütüyor ellerim,

ve kayarak çalımıyla

düşen ve boyun eğen birinin,

aklığını ve ıssızlığını buluyor

başımdaki tuz kumulunun.

Gözyaşlarıma tuzlar dökerdi

ve damarlarımın yollarına;

çok geçmeden yitirirdi beni

tıpkı bir oyun arkadaşı gibi,

ama avuçlarımda, dönüp gelince,

yeniden karşılaşırdı kanımla.

Elele tutuşurduk

Raşel gibi Rebeka gibi.

Ben onun kırık bedenini döndürürüm

ve o da benim gür saçlarımı,

ve birbirimize Antilleri anlatırız,

ya da Provansları saçmalarız.

İkimiz de dalgaların kadınıydık

ve onların tuzlu aynaları,

ve getirmişlerdi bizi açık denizden

derin ve sessiz bir eve;

ve bir avuç Tuz ve ben,

rahibe adayı ya da tutsak gibi,

ikimiz ağlardık, biz iki esir,

göze alırdık geçmeyi kapı eşiğinden…

Su

Ülkeler var anımsadığım

çocukluk anılarım aklıma geldiğinde.

Bu topraklar deniz ya da ırmak kıyısı,

otlaklar, yaylaklar ve sular.

Ron kıyısındaki köyüm benim,

akarsuyu çoktur, ağustosböceği de;

Antillerde okyanus ortasında ve

koyu yeşil palmiyeleri çağırır beni;

Portofino’nun Ligurya kayaları,

denizi İtalya’nın, denizi İtalya’nın!

Beni bir ülkeye getirdiler akarsuyu yok,

Hacer’in toprakları, su akmayan topraklar;

ak Sareler ve kızıl Sareler

başka soyların günah işlediği yer,

Atreus oğullarının kızıl günahı

park park yarılmış, kuru kilden;

tombul ve yağlı bedenli

bir çocuk gibi doğmamışlar,

onları dinlediğimde, ne bir ıslık,

ne bir bakış, geçtiğimde onları.

Çocuk ülkelere dönmek istiyorum;

götürün beni suları olan yumuşacık bir ülkeye.

Koskoca otlaklarda yaşlanayım

ve masal üstüne masal anlatayım akarsuya.

Bir pınarın gözü annem olsun

ve aramaya çıkayım onu öğle üzeri,

eğilip kayalıklardan testimi doldurayım

tatlı, keskin ve sert suyla.

Yensin beni ve kessin soluğumu

buz gibi çelik gibi güçlü su.

Kırılsın bardağım ve içince suyu

varlığım yeniden çocuğa dönsün!