Öner Ünalan
Kırk yıllık dostum Öner Ünalan, yaşamdan ayrıldığında, takvim yaprakları 2011 yılının 27 Ocak gününü gösteriyordu.
Bu adı hatırlayacak okurlarımın sayısı azdır. Çünkü Öner, her başarısının ardında mahcup bir çocuk gibi âdeta saklanır, bu yoldan reklamının yapılmasından kaçınırdı. Yazılarında ve kitaplarında genellikle “Ragıp Gelencik” takma adını kullanırdı. Bu adla yayımlanmış çok sayıda kitabı, yazısı vardı.
Dostum Öner Ünalan, daha önce aydınlarımızın göze alamadığı çalışmalara soyunmuştur. İngilizce ve Almancadan çok sayıda Marksist eseri Türkçeye kazandırmış, ayrıca, Marx’ın, Engels’in, Lenin’in Türkçemize daha önceden çevrilmemiş eserlerini de çevirerek yayımlanmasını sağlamıştır. Yurdumuzda çeviri alanında daha da yetkinlik gerektiren yaşambilim (biyoloji) kitaplarını dilimize kazandıran, yine Öner Ünalan olmuştur. Bu kitapların başında, Charles Darwin’in üç temel eseri olan “Türlerin Kökeni”, “İnsanın Türeyişi” ve “Seksüel Seçme” adlı geniş oylumlu bilim eserleri gelir.
Yaşamım boyunca Öner kadar alçakgönüllü bir insan görmediğimi çok rahatlıkla söyleyebilirim. Marksizmin teorik-ideolojik bilgi ve kavrayışında, ülkemizin en donanımlı aydınları arasında olmasına karşın, hiçbir şekilde “ben bilirim!”e getirmez, bilgiçlik taslamazdı. Sorulursa konunun açıklanmasını yapardı ve bu açıklamayı yaparken kitap gibi konuşurdu.
***
Öner üzerine elimden geldiğince tanıtıcı bir yazı yazmaya çalıştığım bu satırların başlığını, okurlarım yadırgamasın. Öner Ünalan gerçek bir aydın olduğu için pek tanınmaz; tanınmamak için de ilk gördüğü kişilerden uzak durmaya çalışırdı. “Örnek aydın”, bence bu psikolojinin insanıdır.
“Aydın” gerçeğinin bizde toplumsal, kültürel ve siyasal sonuçlarını başka bir yazımda tek cümleyle belirtmiştim. Yineliyorum: “Türkiye’yi aydınlar kurtarmış, siyasetçiler batırmıştır!”
Bana kalırsa Türkiye’de siyaset ortamı pek makbul değildir.
Gündelik entrikalarla yetinen siyasetçilerin egemen olduğu dönemlerde, Öner Ünalan gibi örnek bir aydının belleklerden silinmesi doğaldır.
Kimdir Öner Ünalan?
Bana sorarsanız tam bir üstün yetenek, Fransızca söylenişiyle bir “Jeni”ydı. 1935 doğumluydu, yani benimle yaşıttı. Ankara’da Ziraat Fakültesi’ni bitirdikten sonra, Amerika’da bitkibilimin adını getiremeyeceğim bir dalında yüksek lisans çalışmasını tamamlamıştı. Çok iyi İngilizce ve Almanca bilirdi. Giriştiği her çalışmada en üst düzey başarıya ulaşmak gibi titiz bir yaradılışı vardı. Yaşamı boyunca yalnız bir öykü yazmış, bu öyküyü 1965 yılında Cumhuriyet gazetesinin açtığı “Yunus Nadi Hikâye Yarışması”na gönderip seçiciler kurulundaki bütün üyelerin oyunu alarak birincilik ödülünü kazanmıştı. Aldığı ödül konusunda ilginç bir ayrıntıyı burada aktarmak istiyorum: Yunus Nadi Ödülü o yıl “kısa hikâye” dalındaydı. Katılacak yazarlara hikâyenin oylumu konusunda bir ipucu vermek için gazete “1000 sözcükten fazla olmaması”nı istemişti. Öner’in yazdığı öykü ise ne 999 sözcük, ne de 1001 sözcüktü. 1000 sözcükte noktalamıştı “Karıncayı İncitmeyen Adam”ı.
Ülkemizde yabancı dil bilgisini onun gibi yerinde kullanan insanlar vardır, ama azdır. Öner, yukarıda söylediğim gibi, Charles Darwin’in geniş oylumlu üç temel kitabını birkaç yılda çevirmişti Marksist literatürün başlıca eserlerinin bir kısmını Türkçemize Öner kazandırmıştır… Yeri gelmişken belirteyim ki bilim kitapları çevirisinde, Öner Ünalan kadar başarılı çevirmenimiz azdır. Ayrıca edebiyat ve dilbilim konularında yazdığı yazılar, özellikle tartışma yazıları nefistir. 12 Eylül öncesinin Türk Dil Kurumu’ndaki bazı uzmanların bilim dışı “Öz Türkçeci” yaklaşımına karşı, Türkçenin özleşmesi üzerine kaleme aldığı yazılarıyla düpedüz dersler vermiş, ne yazık ki kurumdaki kimi şoven kişiler, bu yazılardan yararlanmayı düşünmemiştir. Söz konusu kurumda “Terim Kolu Başkanlığı” yapan bir uzmanla Öner Ünalan’ın karşılıklı yazılar yoluyla giriştiği tartışmaları, kimi yerde kahkahalar atarak okurduk. Öner’in işlek zekâsını, pırıl pırıl bir diyalektik kavrayışla çözümlediği konularda gösterdiği zekâsını, ince bir alayla muhatabını cevap veremez duruma düşürmesini, edebiyat tarihimizin “tartışmalar” alanında pek az buluruz.
***
Öner Ünalan’ın ölümünü kabullenemiyorum. Aslında “ölüm”, ayırt edici bir olgu olarak olağan sayılması gereken insanlık durumlarının başında gelen bir olgudur. O denli ayırt edicidir ki, değişmez tek maddede gerçek ortaya çıkar.
Her şeyin çaresi vardır, ölümün çaresi yok.
Bu gerçeği ben sindiremiyorum, aklıma geldikçe üzülüyorum, Öner’in ölümünü kabullenemiyorum ve bu değerli dostumu hep özlüyorum. Çok yönlü bir aydın olarak, çalışan ve durmaksızın üreten Öner Ünalan’ın ölümü karşısında kayıtsız kalan duyarsız yığınları “insan”dan pek saymıyorum.
O günlerde Öner’in küçük oğlu Ferhat’la e-posta yoluyla yazışmaya başladık. Oğlum Fazıl’ın akranıdır Ferhat. Babasının ölümü dolayısıyla dikkat çekici görüşleri vardı Ferhat’ın: “Toplum, babamın değerini anlamaktan çok uzak. Kimlere değer verildiğini görüyoruz. Bu duruma düşürülmüş bir toplumun babama değer vermesini istemem. Kendisi de istemezdi…”
İşte bu iki son cümle, irkiltici olduğu kadar doğru gözükmüştü bana.
Ölümünden sonra çok az kimse tarafından anılacağını bilen, yaşamı boyunca kalabalıkların şakşakçılığından hazzetmeyen, sağlam bir seçiciydi Öner Ünalan. Birkaç kez televizyon programlarında yer alması istenmiş, reddetmişti.
Eğer “medyatik” diye tanınmayı öngören bir niteleme varsa, onun tam karşıtıydı Öner Ünalan. Yığınlarla iletişim kurabilmesine karşın, aslında kof olan kitle iletişim araçlarının oyununa gelmekten öylesine çekinirdi ki, bu konuda herhangi bir fırsatla üstüne pislik sıçramasını önlemek ister gibi, her zaman tetikteydi.
Öner Ünalan gibi bir insanı, toplumun aydın kesimi tanır mıydı? Onu beğenir ve düşüncelerini benimser miydi? Bu sorulara yanıt verirken Ferhat Ünalan’ın yargısını doğru buluyorum.
Bir de toplumun aydınlanmamış belli bir kesiminin beğendiği çoğunluktaki bazı insanları düşünün… Saymakla bitmeyecek ne kadar alçak, namussuz, şerefsiz, arsız, hırsız, sömürücü, rüşvetçi, hain ve insanlık düşmanı varsa, sanki çok değerliymiş gibi, medyada, TV’de falan ikide bir gözümüzün içine sokulmuyor mu? Buna Karşılık, düşüncede ve yaratıda toplumun duygularını, düşüncelerini, yetenekleriyle ve ortaya koyduğu yaratıcı çalışmalarla temsil eden sanat ve düşünce adamlarımız, bütün dünyada kabul görüp övgüyle karşılanırken eserleri bizde önemsenmek bir yana, sansürlenmiyor mu, hakbilir dostları az sayıda olsa da yok edilmeye kalkışılmıyor mu?..
***
Yazılarını “Ragıp Gelencik” takma adıyla yazan Öner Ünalan’ın kısa da olsa, önce kimliğini özetlemek isterim size. Bu yoldan gitmezsem Ünalan’ın felsefe, bilim, edebiyat ve dilimiz konusundaki kavrayışını eksik bırakmış oluruz. Bu ise Ünalan’ın dilimiz sorunları konusundaki kavrayışında yer alan temelleri belirtmekten kaçınmak demektir. Daha da kötüsü, Öner’in felsefe, bilim, edebiyat ve dilimiz konularındaki kavrayışı belirtilmemiş olur.
Şöyle başlamak gerekir: Öner Ünalan, hem ciddi bir bilim adamı, hem düzeyli bir edebiyatçı, hem de yurdumuzun önde gelen bir “dilci”siydi. Ankara’da Ziraat Fakültesi’ni bitirdikten sonra, Amerika’da yüksek lisans çalışmasını tamamlamıştı. Ama tarımcı da değildi Amerikancı da… Bana kalırsa bitkilerden başlayarak canlıların gizi üzerinde duran, buradan insanoğlunun niteliklerine yönelen, insanoğlunun biyopsişik özelliklerini göz ardı etmeden toplumun sorunları üzerinde kafa yoran, buradan da toplumumuzun doğal ve canlı bir iletişim düzeneği olan dilimizin sorunlarına eğilen zor bulunur bir aydınımızdı.
Öner Ünalan’ın yukarıda saydığım niteliklerini açıklamak kolaydır. Çünkü o, bitkilerden bütün canlılara, insanoğlundan toplumlara, bizim toplumumuzdan bizim dilimize uzanan bilim ve sanat paleti üzerine uluslararası planda çalışmıştır. Darwin’in kitaplarını Türkçeye çevirerek Darwinci bilim kavrayışını Türkiye’ye tanıtan Öner Ünalan’dır. Açık söyleyeyim, o bu işe soyunmasaydı Darwinci öğretiyi gereğince tanıtacak başka bir “bilim adamı ve çevirmen”i yıllar yılı beklerdik.
Özellikle 1960’lı ve 1970’li yılların Türkiye’sinde, hiçbir devrimci aydının yitirecek zamanı yoktu duygusundaydık. En azından, bizim arkadaş çevresi bu duygudaydı. Öner Ünalan, felsefe tarihinin ayrıntılarına pek zaman ayırmadan, doğrudan doğruya çağdaş düşünceyi örneklemek istemiş, insanlık tarihinin temel kaynakları özelliğinde olan çok sayıda kitap çevirmiştir. Bu eserleri dilimize tam bir bilinç ve doğru kavrayışla kazandırabilecek birkaç aydınımızdan biriydi.
Şimdi geliyorum onun edebiyatçı yönüne: 1977 – 1983 yılları arasında aylık edebiyat dergisi Türkiye Yazıları’nın dört kurucusundan biridir Öner Ünalan. (Diğer kurucular, Cemal Süreya, Vecihi Timuroğlu ve Ahmet Say)
Önce üç yıl süren bir arkadaşlıktan sonra kolları sıvamıştık. Derginin henüz ikinci sayısı çıkmadan Cemal dergiden ayrıldı. Bu olayı Öner Ünalan, öteki arkadaşlara yapılmış bir haksızlık olarak görmüş ve dergi çalışmalarına daha çok hız vermişti. Özellikler dilimizin sorunları üzerine yazdığı deneme ve tartışma yazılarıyla yaklaşık beş bin okurumuzun gözünde, derginin düşünce, dil ve edebiyat alanlarında doyurucu bir işlev üstlendiğini duyumsatan yine oydu. İnanır mısınız, gerekli olsa ya da Öner bunun gerekliliğine inansa ona, “bir şiir yaz, hikâye yaz! Hadi hemen!” dense ertesi gün getirirdi.
Diyeceksiniz ki, “yaşamında şiir, hikâye mi yazmıştı o?”
Marifetlerini saklayan bir adamdı; şiir de yazmış, şiir de çevirmişti. Ama bilinen tarafı, edebiyatın hikâye dalında seçiciler kurulunun eksiksiz oyuyla Cumhuriyet gazetesinin 1965 Yunus Nadi Ödülü’nü almış olmasıydı.
Cemal’e kalırsa, bu “uzun beynin” kafasına koyarsa Nobel Edebiyat Ödülü’nü de alırdı! (Cemal benim yanımda söyledi bunu.) Öner’in o tür şatafatlı işlerde gözü yoktu. Onun gözü, insanlığın ve Türkiye’nin kurtuluşundaydı. İnançla ve hırsla kendimizi ve birbirimizi kemirdiğimiz yılların aceleciliğine, “acilci”lere söylenecek sözü vardı Öner’in: “Dur be kardeşim, demir tavında dövülür”. Ve ertesi gün, yayıncısına, Einstein ile Infeld’in yazdığı Fiziğin Evrimi kitabının çevirisinin ardından da üzerinde çalıştığı Dil ve Politika adlı kitabını teslim ederdi.
Türkiye’de 1960’lı, 1970’li yıllarda yaşanan dil sorunumuz, o dönemde başka, bugün başkadır. Şöyle de söyleyebiliriz: 1980 gerici darbesine kadar dilimizde ana sorun, Türkçenin özleşmesi ve Osmanlıca sözcüklerden arındırılmasıydı. Bugün ise dilimiz öyle bir kirlenme ve yozlaşma içindedir ki, bu keşmekeşin içinden çıkmak için, birçok temel kurumun yeniden yapılandırılması gerekir. 1980 darbesine kadar dilimizdeki başlıca sorunların çözüme kavuşması yolunda tek başına yetki ve sorumluluk üstlenen yalnızca bir kurum vardı: Türk Dil Kurumu. Buyurgan bir üslup kullanan bu kurumun uzmanlarından kaynaklanan bitmez tükenmez yanlışları düzeltmeyi ve sonuçta gidermeyi, Ragıp Gelencik adı altında yazan Öner Ünalan ve bu yazıları yayımlayan Türkiye Yazıları dergisi görev sayıyordu. Ragıp Gelencik, İngilizce ve Almancadan yaptığı çeviriler sırasında, Türkçemizin kimi yetersizliklerini uzun yıllar alt etmeye çalışmış yaratıcı bir beyin olduğu için, olağanüstü zenginlikte deneyimler kazanmış, üstelik deneyimlerinden sonuçlar çıkarmayı da bilmişti. Düşünce planında zaten üstün bir yetenek olan Gelencik’in eleştirilerini, hemen hiçbiri yabancı dil bilmeyen, ama kendisi “Dil Uzmanı” olarak satmayı iyi bilen sözde “Dil Uzmanları”, umursamaz gözüküyordu. Bu tutumla belki de yetersizliklerinin gizlendiğini sanıyorlardı.
Neydi yetersizlikleri? En başta, türettikleri her sözcüğü önerirken karşılığında değişik anlamlar taşıyan birçok sözcüğü yok etmenin, dolayısıyla Türkçemizi yoksullaştırmanın farkında bile değillerdi.
Örnek vereyim: “Şeref”, “haysiyet”, “gurur”, “izzetinefis” gibi ayrı anlamları olan sözcüklerin yerine, yalnızca “ONUR” sözcüğünün kullanılmasını önermek, Türkçemizin yoksullaşmasına yol açmak değil midir? TDK’nın “uzmanlar”ı dilimizin ana özelliklerinden biri olan “takı dili” niteliğini de hiç düşünmeden sözcük üretebiliyordu: “Aşk” sözcüğü için “sevi” önerilmişti. Peki “âşık” nasıl denecekti? Başka bir anlama gelen “sevici” mi? kaldı ki “âşık” sözcüğü bizde saz şairleri için de kullanılır. “Âşık Veysel” yerine “Sevici Veysel” mi diyecektik?
Bu gibi düşüncesizlik ve sorumsuzluklar keşke yukarıda belirttiğim örneklerin benzerleriyle sınırlı kalsaydı. Cemal Süreya kendisine “Ozan” denmesine öfkelenir, “Ozan da kim? Ben şairim!” diye tepki gösterirdi. Daha da açık konuşayım, “Türkiye Yazıları” olarak biz hepimiz “Öz Türkçeci” değil “Türkçeci”ydik.
Tek seçici, tek yetkili olan Türk Dil Kurumu uzmanlarının yeni sözcük önerirken işte bu yönden çok özenli davranması ve halk arasında alay konusu olabilecek örneklerden kaçınması gerekirdi. Dilin bir ruhu (pardon “tini”) vardır. Tepeden inmeci anlayış, her zaman ters teper. Alın işte: 1980 gerici darbesiyle Türk Dil Kurumu dümdüz edilince ortalığı boş bulan gerici çevreler, dilimizin yozlaşmasına çanak tuttular. Bu çok tehlikeli yozlaşma karşısında çaresiz kaldık.
Onun “Dil Günlüğü”, konuyla ister istemez ilgilenen bütün okurlar, çevirmenler, daha doğrusu bütün ilerici güçler için bir “kılavuz kitap” niteliği taşır.
Eminim siz de Ragıp Gelencik takma adını kullanan Öner Ünalan için, “ışıklar içinde yatsın” diyeceksiniz.
Ahmet Say