Adnan Özer ile Söyleşi…
– Uzun sayılabilecek bir sessizlikten sonra bir çeviri şiir kitabı ve bir de romanla sizi karşımızda bulduk. Neruda’nın Evrensel Şarkı’sı zaten başlı başına yoğun bir şiir mesaisi olmuş olmalı… Şiirle başlayalım, süreç nasıl gerçekleşti? Neden Latin Amerika, ya da Neruda şiiri demiyorum, çünkü zaten çok sayıda Latin Amerika ve Neruda çevirisi yaptınız. Bu projeyi merak ediyorum.
Canto General, Türkçe adlandırmamızla Evrensel Şarkı’nın çevirilmesi konusu çok eskiye gider; 20 yıl kadar. Önce telif hakları meselesi vardı. Onun halli birkaç yıl sürdü. Çeviriye başladığımda telifi bir yayınevinde iken bitirdiğimde başka bir yayınevine geçmişti. Karmaşık bir süreçtir, orayı geçelim.
Aslında ben Neruda’nın 20 Aşk Şiiri ve Bir Umutsuz Şarkı adlı şiir kitabını ömrümce çevirmek istiyordum. Yani tekrar tekrar. Bu da bana yeterdi. Fırsat oldu Yüz Aşk Sonesi’ni çevirdim. Canto General ise çilehaneye kapanmak gibiydi. Kesintili olduğu için daha çok acı verdi. Geçim derdine başka işlere bakmak zorundaydım. O sayfalara kavuştuğumda ağlamışlığım vardır… Ve o sayfalar nereleri dolaşmadı ki. Ülkeden başka, İspanya, Kolombiya, Venezuela, Meksika, Küba, El Salvador, Arjantin. 16-17 yıl böyle. Şili’ye ise bir türlü yolum düşmedi, tabii imkân meselesi. Davetler olmasa buralara da gidemezdim ya… İğneyle kuyu kazdım. Anlatacak çok şey vardır lakin bu deyiş anlatır çabamı.
– Bu yoğun ve büyük proje, kendi şiirinize ayıracağınız zaman ve enerjiyi nasıl etkiledi?
Şiire ayıracak zamanım nicedir yoktu zaten, ne yaptımsa gençlik dönemimde, o serkeşlikte yaptım. İlhan Berk’i kıskanırdım, işte tam zamanlı şair diye.
Projeye gelirsek; benim için devrimci bir görevdi, kutsallığı da vardı. Zaman zaman aşkınlığa kapıldım. Bu eser beni benden aldı. Çok ilginç ve zorlu bir deneydir şiir çevirmek. Supleks ve jest, en çok da bunların ayarlanması zordur. Poesis’i yakalayacak ve hiç bırakmayacaksınız. Bir metaforla anlatayım: Açık denizdesiniz, bir yelkenli ile. Yelkenlinin motoru var –benzin de. Bunlar elde. Ama siz hep rüzgârı kullanacaksınız. Ne olursa olsun, fırtına da, sakin hava taş denizde hep yelken. Menzile kadar böyle.
Ben de bir menzile gittim aynı şekilde. Benden neler gitti neler, en çok da hülyamdan. Şiir çepeçevre saran bir hülya idi bende.
– Eskiden Gelecek Güzeldi aslında bir aşkla büyüme romanı… Otobiyografik izler de var, bildiğim kadarıyla… Asıl niyetiniz aşkla mı yoksa 1980’lerle mi hesaplaşmaktı?
Bütünüyle benim hikâyemdir bu kitap.
Hayatımda iki büyük darbe var. İlki bizi Trakya’dan güneydoğuya savuran şark hizmeti darbesi, ikincisi 12 Eylül. İlkinde çocukluk gitti, ikincisinde gençlik. Bu kaçıncı ölmektir… Mahvolmuşum, kinimin haddi hesabı yok. 1980’le hesaplaşma da var, aşkla da. Fakirlikle de.
– Bu aşkın hikâyesinde, tasavvufî değilse bile, mistik bir zemin görünüyor. Elbette, öznemizin kültürel kökeni gereği, Doğu ruhunun aşkı bu… Ama benim ilgimi çeken, aşkın dönüştürme gücü… Bu kitapta aşkla varolan bir evren yoksa bile, aşkla dönüşen, büyüyen bir Adnan var… Sonunda da aşkla olan… Aşk nedir, uzun soru… Aşkta kaybolmak nedir, diyelim?
Mistik falan dediniz, yine suçlanmama yol açacak bunlar, edebiyatın trolleri bak bak diyecek, haklı çıktık, mistik bu adam. Ben bu cahil kafalardan nereye sığınacağımı bilmiyorum, öteden beri.
Siz soruyla zaten anlatmışsınız, benim tasarlamadığım kadarını hem de. Sonuçta ben, bana çok ağır gelen bir pişmanlık duygusunu hafifletmek için yazdım. Roman diye başlamadım –yazdığım roman vardı onu yarım bırakıp başladım.
Yazınca aşktan başka ne yazarız, ne hakkında? Ya aşk ya da suç.
Aşkta kaybolmak, öteki’nin çağrısıyla cenneti hatırlamaktır. Kozmik yetimliği. “Hatırlamak” diyorum, sanki bir zaman ordaymışız gibi. Rahminde bizi esirgeyen annemizden de bir şeyler hatırlayarak. Ama arada cehennemî bir marj da var.
– Bu romanda en çok hoşuma giden, geçmişin, büyüme ağrılarının ve korkuların, kaygıların, hadi yazar dediği için biz de diyelim, ezikliğin dürüstçe dökülmesi… Bu dökülüş, yalınlığı ve sahiciliğiyle çok çarpıcı… Bizde varoşu sahiciliğiyle anlatmaktan korkan bir yazar kaçaklığı var. Bu boşluğu, özellikle 1970’lerin Türkiyesi’nde anlatılmayan bu bölgeyi doldurmaya nasıl karar verdiniz?
Teşekkür ederim önce. Şunu söyleyeyim, daha bir şey yazmış sayılmam. Beyaz Türkler ve beyaz dindarların –onların da beyazı yetişti – şerrinden korkuyorum. Aslında Türkiye’de roman yazılamaz gibi, öyle bir sansür var. Devlet bir yana, sansürcü olmayan kesim yok. Sansürü öğrenerek vatandaş oluyoruz… Varoş çocuğuyum, 8-10 yaşlarında iken İstanbul’da trenlerde ve de vapurda mevkiler vardı. Birinci mevkide gidenlerin çocukları mı anlatacaktı buraları? Ama ben en çok yoksulluktan gelip te hümanist falan olanlara kızıyorum. Hümanist uyumlulaştırma programı içinde ehlileştirilenlere yani. Varoş anlatısına özenenler olmadı değil bu arada. Yazdıklarından bir şey oldu mu? Olmadı.
Bir karardan dolayı değil, bu çocuk nereden Küba’ya gitti onu anlatayım derken karaladım bir şeyler.
“İğneyle kuyu kazdım”
Gülce Başer
– Uzun cümlelerle, bilincin nehrine bırakılmış bir anlatı görüyorum. Tabii bu bir şair romanı, dilinin lezzetine haklı olarak güveniyor. Ben de merak ediyorum: Türkçe romanlarda dil kullanımı ve duyarlılığına ilişkin neler düşünüyorsunuz? Bir roman yazmaya karar verirken, romanımızda dil meselesi hakkında neler düşündünüz?
Bence benimki roman dili değil. Anlatı desek… Eh.
Bir iki türden –bahçe bostan gezerek- aldım. Çok dil bilirim, nice jargonlar; menkıbe dili, fars tarzı, berber dili -geyik muhabbeti deniliyor ama aslı odur. Modern anlatının kırılma noktalarındaki dil tutumları. Borges’e bakarsanız, romanın dili olmaz, çünkü üstada göre roman bir şey anlatmaz.
Bir şey düşünmedim, yer yer hicranımla okuru bezdirmekten korktum sadece.
– Siz şairsiniz ama aynı zamanda romana meraklı şairlerdensiniz. Sizden isabetli roman tavsiyeleri almışlığım var mesela… Türk romanını dünya içinde nasıl konumlandırıyorsunuz? Romana girişirken en çok neyi katmayı istediniz?
Anlatıya meraklıyım daha çok. Halide Edip, Tanpınar, Nahit Sırrı, Peyami Safa, Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Orhan Kemal “çağdaş dünya klasikleri”. Selim İleri ve Orhan Pamuk gibi iki dev ise daha yakın dönemler için. Bence iki büyük yük var romanımızda; biri toplum pedagojisi, öbürü edebiyat pedagojisi.
En dipte anlatılacak şeyler vardır. Katmak istediğim oradandı.
– Son olarak, 1970’ler ve 80’lerde sol hareket ve sol edebiyat… Ben bu romanda bir yüzleşmeyi de sol hareketle gerçekleştirmeyi düşündüğünüzden emin gibiyim… Şunu hep merak etmişimdir: Ahmet Oktay, Türk edebiyatçısının sol hareket içinde uzun süre az bilgiyle durduğunu söylemiştir. Çünkü metinler uzun süre Türkçeye kazandırılmadı. Siz neler yaşadınız?
Oralara hiç girmesek… Ben diyeceğimi -azıcık bir kısmını- dedim ve koydum kenara, böyle bir laf vardır. Türkiye’de eleştirilemeyecek şeylerin başında sol geliyor.